Kurallar

31.12.2009 zaman: Perşembe, Aralık 31, 2009 Gönderen illegalizma


Sınırlar ve kurallar. Hangi kural bu nasıl bir savaş böyle tutunduğumuz nasıl bir dünya. Anladığınız üzere Sorgu sual yazılarımın bir yenisi daha geliyor. Hatırlıyormusunuz. Henüz 4 yaşlarındaydık herkes uyuduğunda aklımız evdeki en ufak tıkırtının peşine düşer ve asla bulamadan sonlanan yorgunlukla uykuya dalardık. Varolmayan şeylere varolan şeylerden daha bir inanır daha bir bağlanırdık küçücük kalbimizle. Ne kadar güzelmiş meğer o zamanlar. Varolmayan düşmana karşı savaş nasıl da anlamlıymış. Şimdilerde artık hayatımın büyük bir kısmını kendi payıma düşen koca dilimini bitirdiğim bu günlerde daha iyi anlıyorum. Çocukları izliyor takip ediyorum. Çok şey öğreniyorum. Dilini anlayamadığım diyarın dilsiz sözsüz oyunlarını ciddiye alarak olması gerekeni yapıyorlar o çocuklar. Ve bu dünyada önemsenmeyi en fazla hakeden ciddiyetle işlerini yapıyorlar oyun oynuyorlar. Kanatlarını görebiliyorum. Özgürler ve yaşıyorlar. Aldıkları kadarıyla verebilecek hiçbir şeylerinin olmamasının rahatlığıyla.

Sınırlarla bürüdüğümüz hayatı anlatayım canınızı sıkmalıyım. Sorgulamalara eşlik edin istiyorum karanlık odada elimde sigarayla. Birilerinin sorumluluğu herşeyden önce sırtınızda en büyük kambur. en yorucu görev öyle ki bir savaş alanında sorumluluklarınız için başka başka sorumluluklarınıza karşı göğüs göğüse savaşıyorsunuz. Sorumluluklarınızı ardınıza alarak. Hele ki bu işin görünmeyen sınırları var yaşadığınız sosyalitenin içindeki görünmez duvarlar. Bu duvarlar O kadar yüksek o kadar geçilmez ki hem tepelerini cam parçalarıyla bezemiş onlar görünmez ellerle. asla ötesini göremeyeceğiniz duvarlar bunlar. Yıkıldığında sadece sizin öleceğiniz duvarlar bunlar. Fakat itiraf etmeliyim ki ölüm iyidir. Yeni bir başlangıç yeni bir hayat demek düşünsenize. Yıkamıyorsunuz da zaten kim görebilmiş ki siz göresiniz duvarın ardındaki felaketlerle dolu zannettiğiniz hayatı. Anneniz ne der ya babanız sahip olduğunuzu zannetiğiniz onca insan ne der adlı kement te nicedir boynunuza takılmış.

Bu kez sorulara maruz kalan sizsiniz. Soruyorum. Siz size çizilen yolda mı yürüyorsunuz yoksa gördüğünüz her şey kocaman bir komplo mu. Yani hayatınız sizin mi O yol dediğiniz karmaşa sizin mi siz mi çizdiniz. kimse elinizi tutmadı mı müdahale etmedi mi çizerken. İşin özü olmak istediğiniz kişi misiniz. Yoksa uzaktan yakından alakasız bir kaftanın içine mi gömmüşsünüz kafanızı. İçi sıcakken yanmanın kül olmanın ya da o kaftandan kurtulup donmanın ne anlamı var diyenler den mi siniz. Durup düşünün bir bakın etrafınıza. Şimdi burada olmalı mısınız? Bu siz mi siniz? Sırf siz değil zaten koca alem dürüst değil ki gözlerinizin içine baka baka bunca yalan arasında. neyin yalan neyin doğru olduğunu anlamak çok zor değil mi?
Hem zaten bu da sizin için çok değerli bir çıkış kapısı. Olmasına en ihtiyaç duyduğunuz şey yalanlar. Herkes söylüyor da tuzu biberi olsa gerek koca koca
yalancılığınızın.

Konumuz bu bize ait olmayan olamayan hayatlarımız. Ele geçirmek için nelerden nice değerlerden ödün verdiğimiz ve bizim zannettiğimiz dünyamız. Asla aldatamayacaksınız her gece yanınıza uzanan o adamı/kadını. Kendinizi aldatmanız daha basit hem kolaya doğru eğimli yapınız da bunu istiyor sizden. Kesinlikle o bilmem kaç kez iç geçirdiğiniz bahçenin içinde ne olduğunu öğrenemeyeceksiniz. Çalamayacaksınız tek bir elmayı bile. Ne zaman kendiniz istedi diye aldınız o elbiseyi. Ne zaman bu kadar sevdiğinizi hissettiniz aynaya yansıyan yüzünüzdeki gerçekleri. Tahammül edebiliyormusunuz hala yalan pompalanmış
yüzlerinize. Sonra avunacak ve yine asla inanamayacağınız yalanlar ritüeliniz başlayacak.
Her kaybedilenin, her yapılamayanın ardından.

Kimsenin duymasını istemediğiniz. bu kadar çıplak savunmasız kaldığınız hali afişe etmemek için Yalanlar söyleyeceksiniz kısacası.
Garip ki kendinize sadece. Kaç kez ağlamak istediniz de ağladınız. Ya da en son ne zaman gayri ihtiyari öylesine güldünüz hatırlayanınız var mı?
Aslında bu kadar önemli değil di benim için diye inkar edeceksiniz kendinizi. Gelin görün ki dudaklarınızdan süzülmeyeceğini mi
zannediyorsunuz. O kendini aldatma resminin. Bir gün özgür kalmayacağını mı düşünüyordunuz? Günü geldiğinde kendinizi çekip vurmaya kalkıştığınızda.
Siz sizden hesap sormayacak mı. Yalnız sadece yalnız değil tamamen yalın kaldığınızda sormaz mı size? Bunu neden yapmadın neden yapamadın diye.
Sizden önce sizi öldürmeye teşebbüs etmeyecek mi? Bütün dünya ya dürüst olmuşsun ne yazar sen kendine yalancısın yalanlarla dolusun demez mi
konuşmaz mı ne dersiniz?

Evet evet bu dünyaya gelmeden özgürdük ve dünyaya veda ederken özgür olacağız. Özgürlüğün sınırlarında düşünüyorsunuzdur kendinizce.
hemen aklınıza şu geliyordur. Benim özgürlük sınırım diğer insanların özgürlük sınırına kadar laf salatasıdır bu ağzınızda gevelediğiniz.
teselli kırıntıları işte yine kocaman yalanlarınız. Duyuyor gibiyim.

Soruyorum kime ait hayatınız. Hangi bedel ve ne kadar değeri düşündünüz mü hiç? Korkularımızı en ufakken ki korkularımızı bile aşabildiğimiz.
küçük ama kocaman yüreğimizle yaşadığımız dönemler canlandımı aklınızın karanlık kuytu köşelerinde? Hala korkakmısınız? Korkuyormusunuz? Kendinize
sormaktan ve aslen cevabını bildiğiniz o can yakan cevaplardan? Korkuyormusunuz? Garip insanlar ve garip kurallarına çarpıyorum aklımda dengemde milini
kaybetmiş durumda. Ben o ruh haleti içinde karalıyorum bu yazıları.

2010 için hatta bundan sonraki bütün hayatım için bunu yaşayacağım. Hayatımı çalanların elinden geri alacağım. Kendi hayatımı kuracağım
Yaşayamadıklarımı ardıma gömmeyeceğim aksine Önüme atıp peşine düşeceğim. Yaşamak için mücadelesini vereceğim ne çok şey olduğunu kestirmek
pek de zor olmasa gerek hele benim için. Neyse yıkıyorum bir kaç duvarı. Mizacım değil yıkıntıların ardında da hiçbir insanoğlunu bırakmam
bunu da çok iyi bilmekteyim. Kendim yıkarım. Gerekirse yine kendim ölürüm o yıkıntıların arasında. Ama en azından yaşamak istediğim hayatı yaşama
mücadelesinin mağlubiyet görünen taraflarında galip gelirim.



Yıllar öncesinden bir şarkı gelsin biterken çalsın Emilia - Big big world.


Haftaya görüşmek üzere

Selametle...

Ali 2009

1 Comment

Ben Bir Oyuncuyum...

zaman: Perşembe, Aralık 31, 2009 Gönderen illegalizma


Hayatımla barışamamamın ana nedenlerinden biride sanal aleme deli gibi tutkun olmam aslında. Bu hayatın bunca realitesinden kaçış için exit levhası gibi bana. Bu tutkunluk çok hoşuma gidiyor gerçeğin yalanla hatta tamamiyle abartıyla bulunması bunu oyunların kendi içinde barındırması beni rahat bir huzura yönlendiriyor. Sorumsuzca bir sorumluluk gibi. En son çok uzun zaman önce Game Over adlı bir yazı yazmıştım daimi takipçilerim hatırlarlar bir kaç oyundan bahsetmiş dem vurmuştum.

Şu sıralar pek oynayamıyorum. Ama yakın zamanda oldukça dinamik bir şekilde oyun alemine geri dönmeye yeminli ve meyilliyim Vesselam. Zaten her ay her ne olursa olsun Oyungezer desteğiyle kendimi ayakta tutuyorum. Hem neler çıktı böyle. Ne psikopat yapımlar var böyle kapıda Empire Total War'ımı desem her videosuna ağzımın suyunu akıttığım God of war3 ten mi bahsetsem. neyse daha fazla sabırsızlık modunu arttırmayayım. Bu yazımı nice zamandır yazmam gereken birşeyi yazmak için yazıyorum.

Bir önceki cümledeki garip takıntıma aldırmayın ben bile algılayamadım. Shadow Of The Colossus sözünü edeceğim oyun kendisine oyun demeyi kendime yakıştıramıyorum. 2005 Yapımı Playstation 2 platformuna çıkmış bir oyundu benim deyimimle sanal kıyafete bezenmiş dokunulabilir realite. işin özü zaten Ps2 konsoluyla geç tanışmıştım ama O sıralar ki aşırı bonkörlüğüm hemen hemen konsolun tüm oyunlarına sahip olmama sebebiyet verdi. Aralarında bir oyun vardı ki Shadow Of The Colossus. Tek kelimeyle benim gibi yıllardır oyun alemini takip eden biri için harika bir deneyimdi. Shadow Of The Colossus ki türkçesi Colossus ( Eski yunan yapıları ) gölgesi demek. Farklıydı bambaşka bir alem anlatılamaz yaşanır bir senaryoya sahip oyundu. Bir gölge ve ışık oyunu ki kendisi ismine layık bir bakıma. Yolunuzu gösteren bir ışık varki o da dünyanın can damarı olan güneş. Yazımın bundan sonraki kısmı hard gamerlar için bolca spoiler içermektedir uyarmalıyım.Bir de yola çıkmamıza asıl sebep var ki o da Aşk. Gerçek bir aşk var oyunda. Gerçeğe bu kadar yakınlığı böylesine sanal bir ortamda bulmak beni şok etmişti. Oyun atınızın sırtında ölü yatan bir kızı taşıyarak bir tapınağa girişinizle başlıyor. Kızı yatırıyorsunuz o tapınağın içindeki taşın üzerine.
Etrafınızda Kuşlar uçuşuyor. derinlerden acıtmayacağım diye haykıran ama ruhunuzu kemiren eşsiz müzikler adım atıyor bu başlangıçta aklınıza doğru süzülerek. Mükemmel bir boşluk hissi idi. Bu süreden sonra bir kaç trailerla sizlere neler yapacağınız anlatılıyor. Ve girdiğimiz tapınaktaki kutsal ses yardımcımız oluyor neler yapmamız gerektiğine dair. Oyunun 3. boss'undan ( Yaratığından ) sonra anlıyorsunuz ki taşıdığınız kız aşkınız ve siz onun ruhunu almaya çalışıyorsunuz. Epik japon fantezisinden en az ben kadar hoşlanıyor iseniz kendisi sizleri deli gibi içine çekecektir. Nasıl oluyor peki;

Hikayemiz şöyle;

Lord Emon adlı kötü karakter Onun yani sevdiğiniz kızın ruhunu kılıcına hapsedip tam 16 tane colossusun içine hapsediyor. bu colossuslar bina hayvan karışımı devasa yaratıklar ilk karşılaşmanızda Lan napacağım moduna girmekte serbestsiniz. Siz elinizdeki kılıç ok gibi alet edevatla onların zayıf noktalarına indirdiğiniz darbelerle çalınan ruhu geri almaya çalışıyorsunuz. Her colossusun ölüm anlarına eşlik eden müzikler sahneler içinizi yakıyor. Gerçek aşka en yakın olduğunuz sıradaki, yaratığın ölüme doğru ilerlediğinde ki o ruh gözünüzün önünde beliriveriyor. Ve O ruh kıza taşınmak üzere sizin bedeninize giriyor. Colossusların ölüm sahneleri var ki her birini defalarca izlesem de bıkamayacağım sahneler. O hüzünlü devrilmeleri nasıl da rahatsızlık verici tanık olmalısınız. Zaten oyunun başlar başlamaz sizlere aşıladığı hiçlik hissi işte o sıralarda her şeye dönüşmeyi başarabiliyor. 16 Colossus'u adım adım ve nice şeylerinizi kaybederek devam ediyor öldürüyorsunuz.

Her ölümden sonra bunalım modunuzun ekstra artmış olduğunu sezerek katliama devam ediyorsunuz. 16. Colossusla hıncahınç mücadelenizden sonra tapınakta gözlerinizi açıyorsunuz. Ve Kow Otani'nin Prologue adlı müziği eşlik ediyor bu sahneye. Artık bitti eşsiz aşka kavuştum. O'nun ruhunu çalanlardan geri aldım diye rahat bir nefes alıyorsunuz ki aldanmayın. Dünyanın kuralı şu ki mutlu aşk yoktur dibinde elbette ayrılık olmalı yoksa aşk aşk olur mu ki ironisi ile başbaşa kalıyorsunuz. Aşkımızın canlanması için 16 değil 17 ruha ihtiyaç var. Oyun dünyasının bana en yaşattığı en büyük sürprizlerin ilk sırasındadır bunu anladığım an. Ve malumunuz olduğu üzere sevgilinizi kendi ruhunuzu da bağışlayarak dünyaya döndürüyorsunuz. Kaybettiğiniz öldüğünüz ama hiç bu kadar canlanamadığınız finaliyle sonlanıyor. Shadow Of The Colossus. Bitiyor ve kendimi gecenin 3ünde ekranın başında gözyaşlarıyla buluyorum. Tam böyleydi yaşadığım dakikalar. Hatta tüm gece garip sersem halimle uykuyu kovalamaya çalışmıştım. Gerçekliğe yakınlaştığınızı hatta hissettiğinizi o sanal alemin içinde algılıyorsunuz. Shadow Of The Colossus eşsiz bir yapımdı ve hep öyle kalacak nice oyunlar vardı beni yoran. kendimi bana hissettiren ama hiç biri Shadow Of The Colossus gibi yakınlaşmamıştı ruhuma. İçinde mükemmel sürprizlerin olduğu. Hem atmosferi hem dolu dolu hikayesi ile Kendisini yad ettiğim bu günlerde tekrar oynamam gerektiğini düşünüyorum. Shadow Of The Colossus'u özlemişim.

Shadow Of The Colossus başlarken ve sonuna kadar o 16 yaratıkla karşılaştığınızda kendinizi hiç kocaman bir hiç hissetmenize sebebiyet veriyor. Finalinde de zaten aslında hiçtiniz oluyor yanıt. Asıl amacımızın aşk için ölmeli o zaman aşk olduğunu buluyorsunuz. Bu yazının sonuna elbette ki Shadow Of The Colossus'un sanatsal müziklerinden biri olan Kow Otani'nin Prologue (To the ancient Land) resitali eşlik etsin. Hadi bakalım

Haftaya görüşmek üzere

Selametle...


Ali 2009,9

0 Comments

Son Perde...

zaman: Perşembe, Aralık 31, 2009 Gönderen illegalizma


27/12/2009

Belli olmayan bir yolun başında bekliyorum. Vay be ne yıldı bu böyle neler de geçti üzerimden. Bunca şey hangi arada doluştu nasıl oluştu hayret. Gerçekten ardından kocaman bir Vay Be yi hakediyor 2009 nasıl bir zaman dilimiydi çözümlemekte güçlük çekiyorum.

Bunca zamandan sonra tekrar ölümle burun buruna geldim hem de iki kez. Ki kendisi hala burnunu burnumun yanından çekmiş değil. İkisi de birbirinden çok ilgisiz alakasız sebepler Garip enteresan işte. Insomnia nöbetlerimin şiddetlendiği genelde gecenin diplerinde bana eşlik eden sigaralarla geçti bir kocaman yıl. Ve her sigarada önümüzdeki yıl için sigarayı bırakmalıyım temennisinin havada uçuştuğu bir yıl. Yok yok bırakacağım kesin. Hem zaten iyiden iyiye azalttım sigara törenlerimi. Neyse gerçek manada boş bir yıl değildi hatta dolu dolu. Aşkı yeniden tanımlamama
kendisin asla ölmeyen duygulardan biri olduğuna. Milyonlarca gelgitler yaşatmasını bir kaç saniyede başarabilen bir delilik olduğuna kanaat getirmeme sebebiyet verdi mesela. Hem sonra hep olduğum yerde kalsam da aslen çok başka diyarlarda yaşadığımı bu kadar yakından hissettim. Farklı olduğumu bir kez daha benimsedim herkes gibi değilim herkes gibi olamıyorum. Barışmaya çalışıyorum farklılıklarımla.
Bir de aydınlanmanın yıl sonuna denk gelmesi dolayısıyla geç kalınmış bazı planlarımı hala kendimce taşıyorum. Her ne kadar söz konusu planların gerçekleşme süreçlerinin en az bir kaç yıl alması bendeki takat sınırlarını zorlamakta olsa bile ki ama olsun beklemek lazım. Sabır en nihayetinde

Bu arada işin özü bir yıl almanağı olmayacak bu yazım. Malumunuz yıllık almanak yazma geleneneğim ancak kalabalık bittikten
vay beler şaşırmışlıklar tükendikten sonra yazılıyor ki o da ancak şubat ayına denk gelmekte Sizlerde büyük ihtimalle ancak 2010 yılının ilk günlerinde okuyacaksınız. fakat Aralığın dibinde karalıyorum bunları imkansızlıklardan mütevellit kalem kullanıyorum bildiğimiz A4 kağıdına yazıyorum. Aslıma da uygun bu durum
kendimi çok daha iyi hissediyorum. Tek ayağım hep geçmişin dibinde bir diğeri gelmeye çalışan geleceğin eşiğinde. Kalem geçmiş. Kağıt geçmiş ama kelimeleri döken geleceğe açılan pencerenin umududur.

Şimdi asıl konumuza geleyim. Son perde. Bir yıl daha geçti tek düzlemde bir zaman dilimi. Dünyanın bize hissettirmeden oldukça hızlı döndüğü ki bu döngü süresinde değişimi kaçınılmaz kıldığı bir an bir yıl işte. Kimbilir Sınırlarımız belki de. Şeyden bahsedecektim ben Sinema'dan bahsedecektim. 2009 Hem benim bulunduğum yer itibariyle hem de sinema dünyasının kısırlığından pek birşey getiremedi toparlarsak The Course case of Benjamin Button, Kızkardeşimin Hikayesi, Slumdog Millionaire gibi bir kaç film var arşivlenecek ve yıllar sonra tekrar izlenebilecek. Bir de bu yazıyı yazdıktan ama yayınlamadan önce yani takvimlerin hala 2009’a tutunduğu zamanlarda elime geçen ve hikayesini çok beğendiğim The Illusionist var ki çok güzel bir film hem tarihi dokusu itibariyle hemde dünya üzerindeki en büyük sihri yine büyünün diliyle anlatması itibariyle. Gerçek aşkın yıllar yıllar sonra yine yaşayabileceğini oldukça güzel betimleyen bir yapım olmuş. Hem Edward Norton hem de Jessica Biel'in performansları benim gibi popüler kültür çöpçüsü koleksiyonerler için oldukça değerli bir parça haline getiriyor The Illusionist filmini. İzleyin derim Şiddetle Tavsiye.

Aslında gördüğüm kadarıyla sinema alemindeki bu sessizliğin tek sebebi var o da fırtına öncesi sessizlik. Evet kesinlikle öyle. 2009 dibinde James Cameron ( Titanic - True lies - Terminatör ) ustanın Avatar'ı çıkıyor ama aman karıştırmayalım bu Avatar o çok sevdiğim manga çizgi dizi değil ondan ve film versiyonundan da söz edeceğim birazdan. James usta hep en baba bütçe ile rasyonalite'yi sanal ortamda anlatmaya çalışan bir adamdır ki başarılıdır. Ve bunu sağlam senaryo kullanarak yapmayı da bilmiştir. Ve James Cameron'un filmi ile ilgili esaslı bir iddiasıda var aynen şöyle. Avatar'dan sonra sinema'nın bildiğiniz sinemanın eski sinema olmayacağı. Heyecanla Avatar'ı beklemedeyim. Şu sıralar vizyonda. En azından medeniyeti bulana kadar bende bekleyeyim.:) Ve bakıyorum da 2010'da ne kadar
manyak filmler gelecek ve ben nasıl bir beklenti içindeyim bilseniz. Aslında çok erken olmasına rağmen şimdiden sabırsızlık yaşıyorum. 2010 mart ayında vizyonda olacak olan Tim Burton'ın Alice in Wonderland'ını mesela nice zamandır hiç bir filmi bu kadar dört göz modda beklememişim Ve Avatar The Last Airbender anlatılamaz bir alt psikolojiye sahip eşsiz çizgi dizinin isim hakkı da İşaretler filminin yönetmeni M. Night Shaylaman da imiş ki umarım berbat etmez birşeyleri. Çünkü Avatar The Last Airbender kesinlikle bir Yetişkin çizgi filmi. Anlatımının, senaryosunun nasıl bir psikopat bir adamın elinden çıktığını durup durup düşünüyorum. Ve M. Night Shaylaman'ın esaslı korku figürleri dahi bende garip derecede trajikomik bir etki yaratıyor.2010 yılı içinde daha açıklanmamış ve benim de pek malumatımın olmadığı bir kaç film daha var bir kaç haftaya kadar burada yazmaya özel bir gayret sarfedeceğim. Bir de yıllar önce David Fincher'ın mükemmel bir şaheseri olan Fight Club'ının yazarı Chuck Palahnuik'in başka bir romanı olan Görünmez Canavarları ki bu roman bir yeraltı edebiyatı ürünüdür. filme dönüşüyormuş. Zaten kelimeleriyle bizleri mest eden adamın ilk romanının sinemaya çok güzel aktarımı kendisini beklenilebilirler listesinde en üst sıralara yerleştirmeye yetiyor.

Aynı zamanda uzun süredir aradığım ve şans eseri bulabildiğim eşsiz bir film Sharon Stone'un başrol oynadığı iyilik meleği benim izlememi beklemekte bir de hani hayatınıza dair filmler vardır izlersiniz izdüşümlerini kendi içinizde yaşarsınız kaç kez olursa olsun Onu izlemekten yaşamaktan asla bıkmazsınız. her saniyesini aklınıza kazırsınız ya işte o filmlerden biri olan In America'da acilen izlenmeli.

Her ne olursa olsun o kadar karmaşık bir yıl olsa bile gerçek manada itiraf etmeliyim ki 2009 sadece tekrarların bir yanılsaması oldu benim için ha ciddi farklar da var dı elbette. İçimde adlandırıp anlamlandıramadığım bunca herşeyin kötü olmasına rağmen dur diyemediğim çok başka bir inanç ve umut var ki o da 2010 yılının farklı geçeceğine ki öyle olmasa bile bununla ilgili çabayı hakedecek bir yıl olacağını düşündürüyor. Yok yok bunu ancak düşlemeliyim.

Bir yıl sonu ve yeni yıl temennisi yazacağım kelimelerle sonlandırayım bu son yazımı. ha tabi geleneğe karşı gelmeden Dean Martin söylüyor 1953 yılından 2009'un sonuna 2010'un başına Thats'a Amore. Nice mutlu zamanlara senelere. Kapınızda Dua beklentisi ile

Haftaya Görüşmek üzere

Selametle...

Ali 2009,9

0 Comments

Belirsizlik

zaman: Perşembe, Aralık 31, 2009 Gönderen illegalizma


20/12/2009 - 04:32

Geceyi ören Mimar ufak ufak sabahı geçiriyor dünyanın üzerine bu koca alemin ben gördüğüm taraflarına... Sabahı nasıl ederim diye kıvranıyordum müştemilatın içindeki yatağımda terledim üşüdüm sızlandım ahladım vahladım fakat zamanın zemberiğini yine tutamadım sabah oluyor tane tane. Her biri taneler halinde dağılıyor aydınlık gökyüzüne.

Elektrikli ocağa bir fincanlık su bırakmıştım kalkıp bir kahve içeyim diyorum. buharı tütüyor üzerinde hem su üşüyor hem sigaramın dumanı ve hava ayaz sırtım omuzlarım hatta ayağımın açık kalan tarafları bileklerim üşüyor kuruyor ufak bir dokunuşta dağılacak derecede. Kuru zaten bu dünya kuru ve belirsiz bir dünya. Ben ne verirsem O'nu alıyorum eksiksiz her daim. Bu hayata ne kadar dengesiz davransam o da bana aynı şiddette yanıt veriyor hem de hiç mi hiç bekletmeden.Ne olacağı belli olmayan bir alem. Hele söz konusu kabullenmekte ciddi sıkıntılar yaşadığım hayat bana ait ise gerçek manada kurak.

Hastalıkta Sağlıkta, hasta olduğumda kalmasa gözüm o kapıda O kapıdan içime dolsa beklenen. Usul usul süzülse yanaklarıma orada birikmiş bıkkınlıklarıma ilaç olsa. Dokunsa kendi eseri yaralara hasretlere gurbetlere ve o eşsiz yaralar tek bir dokunuşla iyileşiverse. Bu na Kadir'dir bilmekteyim O esşiz varlık. Bir bardak su içsem ellerinden dökülse artık yanmış her tarafıma o su. Bir söz her ne olursa olsun kelam eylese. Anlamsız da olsa bir kaç kelime yakalayabilsem ağzından. Dokunsa onun kelimeleri kimseciklerin değemediği uzanamayacağı en kuytu derinlerime. Etraf bayram yerine dönse şenlik olsa her taraf. Ne hastalık kalsa Ne gece Ne de gündüz Varolsa. Ağzı her açılıp kapandığında O bu dünyadan olmayanın. İçime güneşler doğursa tüm acılarıma meydan okurcasına kurak topraklarıma. Olmayacak iş biliyorum hiç olmayacak gel gör ki gafil insanlığım dem vurmadan edemiyorum. Hastayım ama aslolan hastalık değil beni yoran. Umulmadık süreçlerdeki bırakılmışlığım. Kendi vazgeçmişliğim, mecburi ayrılığım daha çok canımı yakan. İki büklüm olmayacakları bekleyişlerim beni bitiren harap edip olmadık viranlara sürükleyen. Hastayım...

Bu ayrılıklarda en fazla kendimi bulabildiğim tek yer olan Mabedimi özlüyorum Laylalarımı söylemeyi yanına uzanmayı saçlarını hayal etmeyi perçemlerine dokunmayı. Annem hasret kesene fazladan yükleniyorum. Vefasızlığı kendime atfedip kendi yayıma kendi okumu sürüyorum kendimle ilgili herşeyi öldürmek istiyorum.
Sana gelemiyorum fakat dualarımla elimden geldiğince dillerim döndüğünce köprüler oluşturmaya uğraşıyorum geceleri hayallerimde yakalamaya çalışıyorum ellerini. Senden olan parçana katıksız sevdalı göğsüne dayayayım istiyorum başımı Orada ağlamak orada ölmek. Ağıtlar yakıyorum. Ağıtlarımı sana yakıyorum.
Zamanlardan mekanlardan ötelerde. Ben bile nerede olduğumu bilemeden Bırakma Ellerimi... Kaybolmayayım dünya Mapushanelerinde Şefkatine muhtacım. Katıksız geliyorum katıksız gelirsin bana biliyorum Yağ istiyorum üzerime. Yağsın her ne olacak sa. Buyur ihsan et hasretinle yanan ruhuma şefkatini esirgeme gir rüyalarıma. Şen şakrak güleyim hayata döneyim. Yaşayayım Öleyim. Şükür.

Bütün özlenenleri bunca özlememe vesile eyleyen her şey için her zerrem ile minnettar şükürdarım. Çok şükür ki Acı da Sen'den Tatlı da Sen'den dir İşittim İman ettim. İstediğim nice Hayır vardır kimbilir nice Şer kapıları'na açılan. Ve nice Şer vardır Hayır kapılarına vesile olan. Elimi eteğimi dergahından eksik etmeyi bana nasip eyleme...

Ve sözler sanadır. Sana söylenmeli ancak sen duymalısın o tepede kalbimi canımı donduran rüzgara o kara rağmen soluğunun doluşması içime. Sesimin titremesi her zamanki gibi. Sen olacaksın ardındaki o sesin, telefonun. Yanaklarım hala seviniyor sana dökülen gözyaşlarına mesken oldukları için. Beşeriyet aleminden kopmuşum beklediğim belirsizlik bile sonunda belki sen olursun diye çok beklenilesi. Çoktan daha çok beklemeli gerekirse. Hiç kimse bilmiyor ve hiç kimse bilmeyecek artık.Sırtımı dönmüşüm dünyaya senin adın yok ise.

Melankolik duraklarımın birinde, hala gök ve nerenin nihai zemin olduğunu bilemeden. Yorgun solungaçlarıma kaçan tuzlu suyun içinde O senden ayrılığın bedenime ruhuma saldığı bitmek bilmeyen ve ufku olmayan acı içinde yüzüyorum. Gözyaşlarımı yüzdürüyorum gölün kenarında. Hissetmişmidir, Yanmışmıdır gölün kalbi sen uğruna dökülenler ona ulaştığında.
Gökyüzümden düştün üzerime. Bu göğü Bu yeri şahit gösterdim içimdekilere. Bir kartanesisin elimde avucumda kalmış son tek tane. İçimin yangınlarına küfrediyorum Donmalıyım ben hem beden hem ruhum ile. Seni yaşatmalı bu can burdayım demeliyim sana yazmalıyım. her yazdığım her yazılan gibi.
İçimden geliyor içim. Sen bu kadar varken bende herkese fazla gelen dünya bana dar kalıyor. Yetemiyorum içimdekilere. Ne dillenmeye ne de dillendirmeye. Bakma melankolilerime Issızlığım sevdadandır. Sevdadır ıssızlığım. Herşeye karşın karşı karşıya kalmışlığıma rağmen and içtim seni. Aklıma unut diye fısıldadığımda kalkıp tövbe ediyorum.

Haftaya görüşmek temennisiyle

Selametle

Ali 2009

0 Comments


Başladım kelimelerimi avlamaya en nihayetinde. Bu aralar tıkanıklığımın ne olduğunu kestiremiyorum neden dökülemiyorlar sözlerim. Dolu dolu bulutlu gökyüzüm ha yağdım ha yağacağım kar misali. Kendi kendime de olsa söyleyemiyorum artık nicedir içimde irinleşmişlikleri. Nedir beni bu suskunluğa tutunduran nedir niyedir bilemiyorum.


Bir sufi edasıyla abamın altına bürünmüş. Bir kaplumbağa mahiyetinde başımı içime çekmiş zamanlarımı mı bekliyorum onu bile bilmiyorum. Zaman mı bekliyorum şafak mı sayıyorum. Neden döküp rahatlayamıyorum. Neden bu kadar soğuk ve soğuğun oluşturduğu kuraklıkta bu hayatım, bu dönemler Neden. En son üç beş ucu açık kelam ile yazmıştım meramımı. Her ne yazdığımı ne yazacağımı bilemeden. Karmakarışık ruh halimin bağrında elimden ne kadarı gelirse işte o kadar yazmaya çalıştım. Acaba yıllar sonra bu kelimeleri yazdığım zamanları mekanları hayatları anımsayacak mıyım? Acaba yıllar sonra olacak mı?


Bilinmez bir sona yelken açtım. Garip ki ilerliyorum. Ve artık içten içe sabır kapılarımın direncini yitirdiğini umutsuz çaresiz elim yanaklarımda izliyorum. Son olmasını istiyorum artık bir son durak. Bir dinlenme bir unutuş hali başımı yastığa koyar koymaz uyumak istiyorum adımlarımı korkmadan atsam diyorum. Korkmadan yürüsem bu yolları. Zamanların üzerine saldırsam artık ütopik de olsa elimdeki kılıçla. Bir kılıç olsun istiyorum kesip atmalıyım kanserli yanlarımı. Gerekirse bütün bedenimi arındırmalıyım kanserden. Son olsun istiyorum son için sabır istiyorum. Sonu göstermeye tahammül nasip eylesin istiyorum. Kimsesizlerin kimsesinden.


Uyku ve uyuklama tutmayandan Hay’dan Kayyum’dan, Doğunun ve Batının Kuzeyin Güneyin Yaratıcısından. Güneşe günü getirsin diye hüküm verenden Ay’a geceyi ışıtsın diye emir verenden. Bu yeri bu gök kubbenin altında tek kelimeyle eşsiz nizamıyla donatandan. Bir zaman, bir mekan, bir hayat temenni ediyorum. Bu fırtınanın sonu olsun istiyorum üzerimdeki karların erimesini arzuluyorum. Bir kardelen mahiyetinde uyanmak istiyorum. İçimin artık nicedir yanacak yanlarının kalmadığını seziyorum.


Allah’tan öyle şeyler geliyor ki anlamak biz aciz kulların haddine değil. Naçiz görüşümüz Yaradan’ın sonsuz görüşü gerçek manada naçar kalıyor. Bu yazı çok zor günlerden sonra umarım ki sizinle buluşacak. Zor günlerdir yaşadıklarım. Zoru seviyorum ama haddin sınırını aşınca çekilmez oluyor bunu pek nadir kendime itiraf ediyorum. Ve anlıyorum tahammülümün sonlarındayım. Sabır ihsan etsin istiyorum Allah’tan. Kişinin kimsesi olmasa bile, kişinin herkesi olsa bile en kendi halinde yine ve her zaman kişiye kimse Yaradan oluyor. Her daim En güzel En tok haliyle. Çok şükür sabırsızlığıma da sabır diliyorum. Sabır ya Hak Yolum uzun azığım kısıtlı uzandığım yer karların üstü. Fakat değil mi ki Bir Örümceği iki cihan güneşini korumaya vesile eyleyen?

Zor günlerden yeterince dem vurdum canınızı sıkmışımdır bilmekteyim. Fakat zorluklarda açan güzellikler de var hayatımın heybesinde çok şükür. Ömrümün en duygusal anlarından birini yaşadım geçtiğimiz öğretmenler gününden önce. Sağlık taraması için belki de dünyanın bile unuttuğu köyümüze gelen sağlık ekibine yardımcı oluyorum el yordamıyla. Bütün çocuklar eteğime sığınıyor. Kelebekler gibi uçuşuyorlar çevremde. O sırada bir çocuğunun olması ne demek. Masumiyet dolu sevgi ne demek. İçi kof olmayan aşk ne demek. Korkunun çaresizliğinden sığınak bulmak ne demek. Parmak kadar yaratıktan hayatının eğitimini almak ne demek. Onca şeyin ne demek olduğunu o sırada çok iyi algılıyorum. O tüm bakışların bakışıma kilitlendiği çok küçük ama oldukça büyük zaman diliminde. Hele bir an dönüyor ki. Belleğime çivi yazısıyla işleniyor. Güzel kızım Helin, özlemim, hasretim, Bir kız hayalim. Gerçek manada dünyaya dair pek az hayalimden biri kızımın olması. Henüz her şey den uzakta en masum haliyle daha 8 yaşında. Ekonomik koşullarının kötülüğünden dolayı annesinin ancak üzerine geçirdiği önlüğü çıkarmaya çalışıyoruz aşı için, ne var ki her tarafı dikişli her tarafı el emeği ve her tarafı anne şefkati ile dokunmuş önlüğü çıkarmak zor iş. Eğiliyor kulağımın dibine yanaklarıma düşüyor inci taneleri sarılıyor boynuma Öğretmenim ben çok korkuyorum diyor. Ve gece susuyor gündüz susuyor yapayalnızlığım bitmez gecelerim tek başına bir sınırda olmanın ürkekliği tükeniyor yanağımdaki inci sayesinde kayboluyorum bir zelzele de. Bir fırtına da nefes almaya çalışıyorum ama diğer yandan boğmasını istiyorum o inci tanesiyle. Böylesine gelgitler içinde bende sarılıyorum KIZIM korkma buradayım diyorum. Kızım oluyor O bağrına alıyor beni. O günden önce ve o günden sonra bakışlarına bakıp gülümsün hayatımsın bir tanemsin diyorum. Utangaç suratını bağrıma basmak istiyorum.

İbrahim Sadri’yi ve şiirlerini geceleri yanıma alıyorum. Dışarının uçsuz bucaksız anlamsız kalabalığına inat ve içimin gürültüsüne kendi savaşını açma tenezzülünde bulunarak sessiz sedasız kulaklığımdan içime süzülen kelimelere yükleniyorum. Bir de bir şarkı var ki mizacıma çok uygun sözcüklerle örmüş Niran Ünsal Nasip Değilmiş söylüyor. Yok bir sitemim hayatta her şey kısmet. Soldu gençliğim ömrümü aşkla ziyan ettim ağla gönlüm nasip değilmiş vuslat. Rahat uyu Yar sana hakkımı helal ettim. Eşsiz bir kabullenme var. Kendimi buluyorum.


Kabulleniyorum. Zamanı Varlığı yokluğu. Benden alınanlara da bana verilenlere de sonsuz şükür ile. Tavandaki o garip şekli eşsiz ucubelere benzersiz yaratıklara benzeterek gelmesi için dua ediyorum uykunun. Sabahın ve bir sonraki sabahların. Uykusuzluk zor iş. Elektriği pek nadir buluyoruz aynı zamanda sadece gecenin bir yarısında hem zaten ben gibi bir vampir için ideal bir saat neler yazmak için açmıştım bu Word belgesini nelerde yazmışım şaşırıyorum. Yine geleneğe ayak uyduruyorum sonuna bir şarkı ekliyorum. Son nokta müzik olsun istiyorum her zaman ki gibi. İyi zamanlara müjdeciymiş hesabı yaparak. Louis Armstrong – What a Wonderful World. Kendinden henüz sorgulayacak kadar bıkmamış bir bıkkının dudakları eşlik ediyor sonsuz karanlığa…


Haftaya Görüşmek üzere


Selametle


Ali 2oo9

3 Comments


Kalkıp Ağlayayım...


Çok Ağır Ruhum bedenime saplandı çekip çıkaramıyorum...


Bu Ben'miyim Ben Ben'miyim..


Nasıl bir Hastalık böyle her daim kemiren adım adım Tüketen...


Şefkat'e Muhtaç bir bebek aklım kalbim İsyana da Ölüme de Nazır..


Gökyüzü Size kalsın...


Hangi Acıdır bu denli Acı olan...


Ne zaman bitecek bu diyetim..


Her daim akılsız aklımda akıllanmaya muhtaç akıl haline aklım ermiyor...


Hayattan Ölümüne korkuyorum. Ölümden cesaret alayım..


Kısa Kısa azalıyorum...


Az Alıyorum Bu Hayattan...


Yok Bir Sitemim Hayatta herşey kısmet..


Rahat uyu koy yastığa başını..


Kaçıncı sigara bu Dermanı peşinde aradığım saydım mı saymadım mı?
Gök Kubbenin altında Donmuş ruhuma Eşlik etmekte bedenim...

Nasip Değilmiş...


Helal ettim hakkımı Hem Kendime Hem Hayata...

1 Comment

Ada...

29.11.2009 zaman: Pazar, Kasım 29, 2009 Gönderen illegalizma


Bir ada bulmalıyım kendime ortası sadece bana ait ağlama duvarlarıyla çevrili olan. Kenarlarında köşelerinde akan ırmakların adı bana dair dökülen gözyaşları olmazsa ne anlamı var ki? Bir kalp bulmalıyım kendime benden ve melankolik halimden çok uzakta ve bir o kadar ihtimalsiz taraflarda var olan. Var olduğunu varsayan. Onun içine dehşet derecede zorlukta zemheri bir fırtınadan kopmuş kocaman büyüklükteki dolu tanesi olarak düşmeli ve O’nun canını yakmalıyım. Ben o kalbi ancak ve sadece benimle doldurmalıyım. Bana bulaşmalı. Bulandırmalıyım. Acı ateşlerini ustaca salmalıyım üzerine o kalbin. Bunun için yardım etmeli bana gözlerim. Uykusuz gecelerinin adı ben olmalıyım sabah uyandığında ne yemeyi ne içmeyi düşünmeli o kalp sadece oturup ağlamalı ben uğruna. Ve artık tam manasıyla benimle dolduktan sonra taşmalı isyan edipte bulduğu taşı ki bulabilirse aşktan kuraklaşmış heybetli yapılarının çöl halinin içinde alıp ta başına çalmalı o kalp. Her zaman uçurumun kenarında olmalı onunla birlikte. Hiç ve kesin bir vuslat olmamalı asla. Bir aşk olacaksa işte ancak böyle…

Aşk. Bayramın ikinci günü kocaman evde yapayalnızım bilgisayar masamın üstü oldukça kalabalık dönüp çalışma masama bakıyorum orası da savaş yeri uzun süredir okunması gereken kitaplar izlenmesi gereken Dvd’ler yapılması gerekenler, ertelenenler, ertelenemeyenler, aniden çıkıp gelmişler. O sırada hem kendi içimdeki hem de dış dünyamdaki bu kadar içi içe olmuş kalabalıktan sıkılıp televizyonda zap yapıyorum. Trt Türk’te bir program var takıldım kopamıyorum. Hac Yolculuğu. 2008 yılı Türk kafilelerinden birini yakından takip etmişler. Bu kafilede bir kız var ki Henüz 20’sinde. O’nun döktüğü her gözyaşına bende ekran başında gözyaşıyla cevap veriyorum. Olduğu yer bayram yeri. Her yer beyaz Bembeyaz. Lafa söze hacet yok. Safa’da Müzdelife’de Medine’i Münevvere’de Kabe’de Hac vazifesinde. Belden aşağısı felç bir kız ama bu dünyadaki insanların büyük bir kısmından çok daha sağlam bir kız. Ne kadar çok şey öğretiyor bana o arada nasıl bir içsel yolculuğa çıkarıyor hayret ediyorum. Kelimelerini sözlerini duymalıydınız. Bir insanın gözlerinin içi herhalde ancak bu kadar parlayabilir. Arafat’taki vazifesini yerine getirdikten sonra. Anlatıyor dönüp Arafat’a bakıyor. Peygamberimiz’de bakmış mıdır bu dağa? diyor kelimeleri hızla boğazına tıkanıyor. Kim bilir ne söyleyecek ki işte tam o sırada kalp giriyor araya ve söz bitiyor. Artık gözyaşları konuşuyor. İçerden haykırıyorlar. Heybeme ne kadar çok katık kattığını bir bilse… Bayramı bayram yaptı… Bayramı bayram olsun…
Aslında anlamsızdır Aşk.
Dünyadır bir tarafta sessiz sedasız..
Bırakılan emanettir Emanetçi ve emanet veren Haberdar..
Ama Asıl kötü Emanette bilinçtedir.
Çekip gitmektir..
Susup kalmak...
Bir kıyıda kendi dalgalarına boğulmaktır.
Bağırmaktır...
Susmaktır..
Ve en iyi Ben bilirim...
SADECE vazgeçmektir....
Bir seçeneğin ardında başka bir seçenek bırakmasıdır...
İhtimallerin imkansızlığıdır...
Aslında ...

Kısa bir yazı bu hafta sizinle.

Haftaya İnşaAllah Görüşmek temennisiyle

Ali 2oo9

3 Comments

Güzel Bekleme...

24.11.2009 zaman: Salı, Kasım 24, 2009 Gönderen illegalizma


Meçhulün Vazgeçilmezliği.

Yazıya yazılmakta sıkıntı çekiyorum. Yalnızca uzunluğuyla bile amacını çoktan aşan bir cümleyle vakit kazanmaya mı çalışsam. Ya da hayır hayır zaten maksadını aşmış derecede uzun olmuş bir cümleyle giriş yaptım henüz birkaç saniye önce. Amacı olmayan amaçsız yazıya. Fakat bu durum hiçbir zaman herhangi bir kaygı konusu olmadı benim için. Hiçbir gayen olmadan yolculuğa başlamak. Ve nihayet böyle bir yolculuk bu yazacaklarım. Başlıyorum ve böylesi başlamalara bayılıyorum. Bunu yapmaktan eşsiz bir keyif sonsuz bir zevk alıyorum. Ne sonu ne de başı belli olmayan yalnızca yazmak eylemi olan olağan ama olağandışı bir eylem. Tuhaf bir his benim için. Hani ne yazacağımı bilmeme hallerim işte siz varsınız ya bu hayatta daha başka bir şeyimin olmasına da lüzum yok. Gerçekten seviyorum bu ne yapacağımı ne yazacağımı şaşırdığım karıştırdığım ellerimi belimde kavuşturup umutsuzca gözlerimin arasından süzülen güneşi hissettiğim anları. Var olmasa bile o güneş hoşlanıyorum bir güneşin doğma hayalinden. Elbet doğacaktır güneşli günler. Hoşuma gidiyor benim bile benden beklemediğim kelimelerin benden ayrılıp kopmaları. Onca zamandır bulundukları yerden sanki artık sıkılmışlarcasına koşarak uzaklaşmaları büyük bir keyif. O çaresiz hal ama en hasılı tam sınırlarında hissettiğim çare halleri. Gerçekten seviyorum hayatı işte böylesine yaşamayı. Herhangi birine bağımlı olmadan bağlılık bağını sadece kendi sınırlarında çizdiğim en dengeli en dengesiz hallerimi seviyorum. Hayatımı da böyle olduğu için kabulleniyorum. Finalinin ne olacağını hiçbir zaman bilmiyorum. Hiçbir zaman için “İşte bu olsun” istemiyorum. Planlamıyorum, programlamıyorum, kalıplaştırmıyorum. Sormuyorum, sorgulamıyorum, yorumlamıyorum. Hem merak ta etmiyorum sadece geldiği gibi ya da geleceği kadarıyla yaşamaya girişiyorum. Evet bu sıralar pek narsistim kendimi seviyorum…

Barnabas’ın Sırrı :

Acilen okunması gereken bir kitap hatta kesinlikle okunmalılar listesine çoktan kaydedildi. Peki kimdir bu Barnabas Ve sırrı nedir ve neden bu kadar önemlidir diyeceksiniz hemen cevap vereyim. Kendisi uzun zaman önce çok fena halde ilgi alanımın sınırlarını fethetmişti ki hala kuşatmadan kalıntılar mevcuttur manevi bahçemin duvarlarında. Aziz Barnabas Dünya üzerinde asıl İncili yazan 12 havarinin dediklerinin çok dışında söylevi olan başlı başına havari olan bir havaridir. Hz. İsa’nın ilk havarisi ve aynı zamanda Katibidir. Ve Nasıra’lı İsa’nın kendi dili olan Amarice yazmıştır İncili. Şimdi daimi okurlarım neden senin gibi İslami ölçütleri belli olan biri için bu denli önemli diye sorabilirsiniz ki haklısınız. İşin özü zaten burada gizli. Barnabas İncilinde Hz. İsa’nın beşer, kul bütün insanlar gibi olduğu tanrısal bir varlık olmadığı onun bir iletici yani bir peygamber olduğu anlatılmıştır. Aynı zamanda en can alıcı hatta dünyanın tarihini değiştirecek bir bilgiyi de saklıyor Barnabas İncili kendinde. Dünyaya Ahmet adında son Peygamberin geleceği müjdeleniyor. Ve dinin kendini tamamlayacağı anlatılıyor. Benim zaten tam manasıyla kendi dinimin beynimde aslen temellenmesine de yardımı olan bir isim Aziz Barnabas. Ben derim ki bulunda okuyun bu kitabı ben hakkında bildiklerime yeni bilgiler katabilmek için okuyacağım sizlere de tavsiye ederim.

Son Sözler…

Aşk Kabe’nin siyah örtüsüne yüz sürenin gözünden dökülen…
Aşk Mecnun Leyla’ya sende kimsin dediğinde maralların gırtlağına tıkanan…
Aşk hesap günü kargaşasında anaya yavrusunu unutturan neyse herkesi ve her şeyi öyle unutturan
Aşk Yangın yeri Aşk Talan.
Aşk dağları yürüten
Bir gece Ay’ı sol Güneşi sağ eline verseler de vazgeçilmez olan.
Aşk damda deve aratan, balıklara iğnesini getirten.
Ebubekir adında birini yoldaş eden..
Aşk Fatıma’nın paklığı Zeyneb’in cesareti Vahşi’nin keşkesi…
Aşk Meryem…
Tahta atların üzerinde ana karalar aşıran, Kağıt gemilerle okyanusları bitiren, Oyuncak kılıçlarla haramileri düşüren…
Aşk ikindi Aşk şimdi…
Aşk bekleyen
Aşk Hatice…
Kimsenin kimseye hayrı olmadığı yerde yine de ilk akla gelen…
Sonsuz karanlıkların ortasında vurgun yemiş bir çığlıkla çerah’lar yakan
Aşk koşmak
Aşk Safa ile Merve arasında olmak…
Aşk en çok ağlamayı kendine yakıştırmak…
Koşmak Koşmak Koşmak
Aşk Hacer…
Bir aba bir hırka bir nefeste kırk bin kere adını söyletebilen Aşk Mevlana…
Bütün evliyaların gizlediği bütün Abdalların izlediği bütün Dervişlerin içlerinden geldiği gibi…
Aşk en çok İsa’ya yakışan…
Sabırsa Eyyub’a yazılan Merhametse son Nebi’ye inen…
Denizler tutuşturulduğunda, dağlar yürütüldüğünde, yıldızlar semadan bir bir döküldüğünde herkesin her şeyi, her şeyin herkesi unuttuğu günde Aşk unutmamak…
Aşk gözü karalık…
Aşk yalnızlık…
Aşk öksüz şehirlerin kapısında Bağdat’ta Gazze’de Kandahar’da İstanbul’da ısırdıkça kanayan dudaklardan dökülen sözlerle havanın nasıl saatin kaç olduğunu sormak…
Aşk hiç kimsenin hiç kimseyi bu kadar sevmemesi...
Yağmurun incire zeytinin dala söylediği…
Anla işte Aşk On Bir yaşındaki Muhammed’in Annesi…
Aşk eylem dünyanın en güzel başkaldırması en güzeliyle hem de dünyanın.
Bir hırkadan yazılmış en güzel şiiri bulup çıkarmak…

Aşk hiç kimsenin hiç kimseyi bu kadar güzel beklememesi

Ve Dua…

Büyük ihtimalle Allah’a adanan onca Kurbanın kesildiği zamanlarda okuyacaksınız bu yazıyı. Kutsal Mabedimizin yani dünyanın temelinin atıldığı yerde Adem’in Havva’ya Havva’nın Ademe duyduğu kırk yıllık özlemin sonlandığı yerde Adem’in aklına gelen cennet duvarlarının olduğu yerde, Hz. Muhammed’in Hırkasının altı üstü. Hacer’in yüreğinin çarptığı yerde. Adalet haykıran taşların özlediği Ömer’in topraklarında. Bir kükreyişi ile en küçük canlı nebatatın bile ruhunu titreten Yaradan Aslanı’nın adımlarının değdiği yerde. Gönlünün zenginliğinin dünyadaki hiçbir zenginlikle ölçülemediği katibin Osman’ın Şehid edildiği kanının yine inandığının üzerine dökülen yerde. Hayatı unutturan yerde. Dünyanın başladığı ve yine dünyanın sonlanacağı o yerde. Kainatın etrafında dönecek nice yürekler Hak Ya Hak deyip ağlayarak. ( Hak Nasip eylesin ben gibi ciğeri o topraklara yanıp tutuşanlara o gözyaşlarını temennisi ile ) Dönen nice kalplerin artık ağlamalarının alevlendirdiği yangına kaçınılmaz olarak tekrar ağlamayla deva arayanların şifayı ancak gözyaşlarıyla ifade de dile getiren ruhların dualarının gökyüzüne ve aynı düzenden kopmadan ama artarak çoğalarak Yani bize bizden fazlasını vermeyi kabil görmüş Merhametin. Gökyüzünden yeryüzüne eşsiz bir devir daimi dua yağmurları altında okuyacaksınız. Hepsinden nasiplenmeniz temennisiyle. Bu dua da bayram hediyesi sizden çok uzak ama içinize seslenen bir yerlerden sizlere.

Sonundan bir adım öncesinde hani bu en aciz haleti Aşk’ı anlattığım kelimelere bir şiirden birkaç kelime bulaştırdığım alıntılı uzun ve nihayetini ancak bağladığım aksayan yazım sizleri beklemekte. Gel gör ki hasretlerde dinginleşen gecikmenin acısını çıkarırcasına…


Tam manasıyla kendimi hazır hissettiğimde klavyenin tuşlarına parmaklarım Kurban’ın benim için neler ifade ettiğini itiraf edecekler. O zamana kadar sizde dinleyin Havayı Karayı Bayram Sabahı Tekbirlerini Dünyanın Dönüş sesini Vel-Hasıl’ı Mucizeyi…


Haftaya görüşmek temennisiyle…


Selametle

Ali 2oo9

1 Comment

Hiç Bir Şey...

13.11.2009 zaman: Cuma, Kasım 13, 2009 Gönderen illegalizma


Yılın ilk karı…

Elif ile başladı her şey. Nihayetin ezelinde Elif Ördü Elif Örüldü. Ve Yaradan kullarını uyarı lafzında kendi kelamında Elif diye buyurdu.

Elif Lam Mim…

Ve Elif ile başladı her şey her ölümde Elif her ölümün arka kapısında bekleyen doğumlara Elif diye başladı ezeller ebedlere. Her başlama Elif işte.

İlk kar yağıyor aleme Elif diye diye ayan beyan göz göre göre. Elif’e dokundum dokunacağım. Bu kadar yakınken her şey. Elif diye mucizeler mahiyetinde meleklerin himayesinde. Seyre dalıyorum onların ellerinde tuttukları kendilerinden daha az beyazlıktaki kar tanelerini. Öylesine bir intizam ve eşsiz bir nizam gösterisi var bu karmakarışık yağışta kalabalıkta esen rüzgarda havada uçuşan beyazlıkta. Onlar ellerinde öylesine tutmuşlar ki sanki bu aleme en değerli metayı ve yine bu alemin en değerli mekanına emanet edercesine. Ve dönüp bakıyorlar Yaradan’ın her bir tanesinde büyüklüğünü nazarların nazarında aksettirdiği kar tanelerine. Her biri farklı bir şekilde, her biri kendine has bir sessizlik ve sadece beyazdan fakat dünyanın bütün renklerine. Hadsiz hesapsız sayıdaki her bir tanenin üzerine hadsiz hesapsız motifleri işleyene hadsiz hesapsız şükürler olsun ki, bu yıl da aciz gözlerimi ilk karı görmekle şanlandır dı şereflendirdi.

Kasım Ve 1

O çok ikircikli Eylül ayını ardımıza bıraktık göz açıp kapayıncaya kadar. Ne kadar da çabuk ilerliyor zaman. Hele bu hiç geçmeyen enteresan zamanlar diliminde. Kasım geldi dayandı kapıya ki hatta bu yazıyı eklediğimde yani bu yazı sizlerle tanıştığında büyük ihtimalle sonları vuruyor olacaktır kapısına kasım ayının. Hayatıma dair en önemli ay Ocak ayı bunu bir defa adım soyadım gibi biliyorum. Ne Ocak beni ne de ben Ocağı sevemedim. Ve garip bir çelişki ki bazen sevilmeyen az ve nadir olunca farklılık hatta uzak diyarlarının değer mahiyetinde. Bir de bu içinde bulunduğumuz Kasım ayı var ki kendisinin ne olduğuna dair hiçbir fikrim yok inanın bana. Fakat fena halde bağlı hatta bağımlıyım bu rahatsız geçiş ayına. Geçmişime geçip uzun uzadıya kol gezdiriyorum aklımın çatı katında umutsuz bir aramaya koyuluyorum ama yok bulamıyorum adı Kasım olan herhangi hiçbir anım hiçbir hatıramı yakalayamıyorum. Hatırlayamıyorum evet evet hatırlayamıyorum. Gel gör ki bu içinde bulunduğum garip hatırlayamama hatır halim midir nedir ise artık beni bu aya bu denli sıkıca tutunduran şey bilemiyorum.

Haftada Bir 1 yaşında bir kocaman yıl daha takvim yapraklarını terkediyor. Zamanın durağanlığına gecenin geçmeyen saniyelerine inat. Ne yıldı ama yazsam roman olur kıvamına çalıyor hayatım gittikçe. Her hafta aksatılmadan yazıldı Haftada Bir. Sizlere yazılmaya çalıştı kendince kendi lisan-ı haleti ruhiyesinde. Dünyayla ilgili dünyaya karışmadan karıştırmadan en finalinde. 1. Yıldönümünde artık aksamakta ama aksama da değil bu gecikmenin adı özünde. Yazılan ama sadece yayınlanamayan yazılar mevcut güncelerin ucunda bucağında. Bu yıl Haziran ayına kadar böylesi sancılı olacaktır bu ilerleme anladığım kadarıyla. Kendime dair bir hayat bulabilmek için başladığım firar tünelinde firar eşiğinde tünelin henüz kapısında. Beni ben yapan rutinlerden bile ayrılmaya varan delilik arifesinde işte.

My Sister’s Keeper

Uzun süredir yazmaya cesaret edemediğim o yazıya başlıyorum biliyorum ki aslında hiç bir şey yazamayacağım. Bu arada birazdan okuyacağınız kelimelerin karışıklığından sorumlu olan ben değilim. Göğsümde barındırdığım ve aklımın ucunu her yaladığında boğazıma tıkanan taşın yaptıklarıdır bu karışıklık bu karmaşa. İşte bu sebeptendir ki hiçbir şey yazacağım.

Nick Cassavetes’in son filmi My Sister Keeper Türkiye de Kız kardeşimin Hikayesi olarak geçenlerde vizyona giren filmden bahsedeceğim. Bu arada gözlerimin de kusuruna bakmayın hissedilebilir yazının üstündeki nem ha yağdı ha yağacaklar. Elimde olan imkansızlıklardan dolayı beyazperde de filmi izleme fırsatı bulamadım ve iyi ki de öyle olmuş diye söyleniyorum. Sonsuz gecelerimden birinin kıyısında bana eşlik eden Insomnia nöbetlerinde izlemek nasip oldu. Zaten sonu baştan belli uykusuz geceyi sabaha bağlamama yardım etti. Filme dair dönüp dolaşıp hiçbir şey demekten kendimi alıkoyamıyorum. Her şeyi barındıran hiçbir şey işte, izleyin ağlayın işte.

Saat gecenin üç buçuğu dışarısı zifiri karanlık tek ışık benim monitörüm. Uzanıyorum paketteki tek ve son sigaraya tam şimdi Winamp Playlistte yazı sizlere veda ederken eşsiz girişiyle çalıyor yıllar önce çıkan bir albümden bir türkü Laço Tayfa – Zülüf. Sabahı bekliyorum.

Haftaya İnşaAllah görüşmek üzere.

Selametle…

Ali 2oo9

3 Comments

Aziz...

zaman: Cuma, Kasım 13, 2009 Gönderen illegalizma


Soğuk…

Zamanın ve mekanın çok ötelerinde sabahı sabaha çağırıp da kendine çalmak için artık yalvarıyorum. Saniyenin kadranlarında aklımla aklımın ereceği derecede sabahı bekliyorum. Hadsiz hesapsız bir soğuk içine büründüğüm yorganın altından sert fırtınalara zemherilere inat burnuma kadar çıkıyor. Üşüyorum. Ne enteresan ki yıllar sonra yeniden okumak için niyetlendiğim aslına bedeni oturtmuş ve aslında gerçek okuyucu için içinde çok gizli göndermeler olan. Friedrich Nietzsche’nin herkesin okuması gereken eseri Böyle buyurdu Zerdüşt'ün bu ikinci okuma dönemlerinde. Nietzsche’nin deyimiyle Tesadüf. Benim hayat anlayışıma göre Tevafuk.

Sadakat…

Sadakat böylesine birçok şeyi bir arada yazmak için çabaladığım bir yazı arasında dem vurabileceğim mahiyette bir durum değil. Ama o kadar garip bir şey oldu ki hayatımda henüz geçenlerde. Zaten sorgulanabileceği taraflarının kesinlikle anlaşılabilir olmadığı ucu açık bir eylem bu sadakat. Biliyorum ben aslında sana çok sadığım bu nedenle seni kendim için seviyorum bu arada kendimi de senin için seviyorum. Buraya kadar her şey oldukça normal. Kendimi sevdiğim için seni aldatıyorum. İşte anormalleşme sınırları başlıyor. Mutlu olmamı sen istiyorsun. Bende mutlu olmanın tuhaf denemelerini yaşıyorum. Yani seni sen için aldatıyorum. Senden başka kıyılarda tutunup tutunamayacağımı deniyorum bu denemelerden başarısız çıkıp sana daha fazla bağlanıyorum. Ve herhalde daha sadık bir hareketin var olabileceğini tahayyül edemiyorum. Enteresan bir aldatma hikayesi dinledim bu hafta içinde bana oldukça uzak hem karakter hem hayat tarzı farklı olan birinden. İşte o garip sadakatsizlik denemesi ve hikayesinden aklımın ucuna asılanlar. Ne kadar olursa olsun insanların ilişkilerini uzaktan izlemek hoşuma gidiyor. Hele o sözde gurur kabartan olayları bende derin sıyrıklar oluşturuyor. Ne kadar enteresan bu insanlar ne zaman bunca insan insancık oldu şaşırıyorum. Ya ben çok farklıyım ya da bu derecede anormalliğin ve özrün kabahati çoktan çok çok aştığı çok garip olaylar normalleşme sürecinde çok ciddi adımlar atmış ta haberdar değilim. Sadakatli olmanın anormalleşme sürecine girmiş olması üzüyor.

Sadakatimden vazgeçmeyeceğime beni bu hayata tutturan her ne ise işte O ve Onlar için sadakatle sadakat nöbeti tutuyorum her ne kadar insancıklar tarafından anormal varsayılsa bile. Ve belki de bu derece asosyal bir karakter olmamın ana sebebi insanların insancıklara doğru mutasyon sürecini izlemenin verdiği rahatsızlıktır.

Mesaj…

Geleceği çok öncelerden belli bir mesaj aldım ama ne garip ki yaşayacağımı bu kadar umduğum olayın beni bu kadar saçma sapan hallere sokmasını pek saçma buldum. Meğer içimdeki o umulmadık umut o derece umulmadık ve küçük değilmiş ki olası olağanların gerçekleşmesi şaşırttı. Hala olası ve olanaklarla konuşuyorum bu derece büyükmüş meğer umduklarım.

Sonsuz Hikaye…

Evet sonsuz bir hikayeye başladım bir elma çalan kuşun peşinden 77 kilitli kapının ardındaki 77 yaratığın koruduğu zindanlardaki prensesin bulaştığı bitmeyen bir hikaye küçücük on dört göz on dört akla anlatıyorum. Devamının benim bile artık ciddi manada merak ettiğim ve aslen bilmediğim ama anlık kurgusal olarak anlatmaya devam ettiğim ve devam etmek için eşsiz bir güç bulduğum hikaye. Her kelimemin peşinde o on dörtlünün gözlerinde parlayan hayallerle dans ediyorum görünmez bir dans dokunmadan ama ha dokundum ha dokunacağım hissi ile. Ve anladığım kadarıyla bütün kış bittikten sonra bitecek ve belki de hiç bitmeyecek bir hikaye.

Yazılamayacaklar…

Yazsam bile okuyamayacaksınız. Görünen o ki yazdığım bu yazı bu hafta için Haftada bir de kendine yer bulamayacak. En azından şimdilik. Ben yazıyorum okunacağı nasip kılınmışsa okursunuz.

Ve Kar..

Önümüzdeki hafta yılın ilk karını yazacağım. Bu hafta düştüler havanın içinden içime. Burada mucizelerle...

Haftaya İnşaAllah Görüşmek Üzere..

Benim deyimimle

Selametle...

Ali 2oo9

1 Comment

Düşe Yazmak...

1.11.2009 zaman: Pazar, Kasım 01, 2009 Gönderen illegalizma



Hala bir hayatım var hala yaşamaya devam etme ritüelinin kıyılarında ufaktan volta atıyorum. Yaşamak ve ölüm arasındaki o yokluk çizgisinde. En son saatlerimi bozmuştum ve şimdilerde tam manasıyla bunu istemesem de kafayı yedi bütün saatler, inanın bana anlamış değilim nasıl oldu da böyle oldu. Bu delilik halleri benden mi bulaştı bütün saatlerime çözebilmiş değilim. Biri bir saat ileri iken diğeri bir saat geç. Her ikisi de pek sık kullandığım pek te ihtiyacım olmayan saatler. Pek sık kullanmama rağmen o kadar değerli olmaması bende garip bir rahatlık hissi aynı zamanda. Zamanın zamanım olmadığı zamanlarda. Saatim yok acelem yok. Zincirlerden kurtulmak görünmeyen prangalardan çözülmek ya da sırtıma geçirilmiş kementin dişlerinin gevşemesi gibi. Pek bir benzetme bulamıyorum, hatta şu sırada aklımın dokunduğu klavye tuşlarında şunu düşünüyorum benzetme yapma o zaman. Benzetme yapmadığım zaman işte tam bu zaman. Benzetmiyorum hiçbir şeyi hiçbir şeye hiçbir zaman.

Umudun sınırlarını bazen algılayabilmek hatta dokunabilmek isterdim en son umduğum bumudur. Umut ettiğim bumuydu. Yoksa Umut Umulmadık mıdır?

Ufak ufak notlar halinde okuyanı pek te yormadan bir fırtınaya sürükleme çabasıdır. Ben ne kadar mücadeledeysem o fırtınayla siz de en az o kadar o fırtınada. Bu arada fırtınadan sonra kalanlarla yaşayın yaşanılacaksa.

Hayatın karşıma bir romana konu olacak derecede her defasında dozajı yükseltilmiş farklı zorluk seviyelerini ve enteresan yaşanılmış zannedilen hayatları kıyıma getirmesinden sonsuz bir hoşnutluk hissiyle uyanıyorum bazı günlerime. Bu kadar çok hem gelip hem de o hızla algılayamayacağım derecede gitmelerim olmasaydı. Bu kadar zor olmasaydı belki hayat. Hep o kuru o kurak yollarda yaşadığını zannederek yaşamak Hali bana reva görülseydi ne yapardım. Mazoşizmin uçurumunda. Ya da bir deniz ise neredeyse boğulmak üzere.

Hemen hemen bir haftaya kadar Haftada Bir 1 yaşında… Yazılacak elbette uzun uzadıya her şeyin başlangıcı (1) müsait 1 zamanda…

Başlangıcının Can’dan da Canan’dan da evvel yazıldığı, daha bedenlerin tasarım aşamasında olduğu, uygun görülüp o bir çift ruha biçilmediği zamanlarda, bebeklerin daha bebek olmadan önceki hallerinde, yani ruhlar alemin de öylesine uçuşurken çarpışmış mıydık? Bir hatırlama rahatsızlık verecek garip bir aşinalık yaşıyorum. Tam elimi atıp ta cep telefonuma düşen mesajına bakacakken tam o sırada geliyor olması gelmeden gelenleri algılama ötesindeki hissediş hali. Gelmesi itibariyle pek te ihtimali olmayan ama İşte şimdi geleceksin bunu biliyorum. Garip ki bunu bilme ihtimali. Ve biliş halinin oluşma haleti. Zaman’ın hükmü yok Yar. Bunu da sende ve içimde yok olmayan ateşte öğrenmişim. Ben doğmadan sana aşıkmışım. Ben ölürken uğruna ah edecekmişim. Böyle söyleyip bana bir sır verdiler Münker’ler Nekir’ler.

23 Ekim Cuma diğer bir deyişle Yusuf İle Züleyha :

Kuyu Zindan Züleyha…

Ağır bir nöbeti atlatan hastaya sabah ne demekse, ne demekse zindanın yüzyıllık mahkumuna bir mesnevi derinliğinden kopa gelen kan rengi bir gül buketi, bir vapur çığlığı, bir martı sesi, bir gelincik demeti,

Ne hissetiyse Alaaddin’in cini lambanın oluğundan süzülerek sessizce, aydınlığa ilk kez çıktığında, Süleyman’ın küpünde binlerce yıl tutsak kalan ruh, mühürler kırılıp da kurtulduğunda, Yüz yıl uyuyan güzel yüzlerce yıllık uykusundan uyandığında ne duyduysa, Üç yüz dokuz yıllık uykudan gözlerini ilk açtıkları anda ne hissettiyse yedi uyurlar, ceplerindeki akçeler geçer olmasa da.

Sufi Kaf u Nun hatırladığında,Unutkan kalp ezel tanışıyla karşılaşıp da, o şimşek parıltısı anın hatırası içinde uyandığında hissettiği ne ise,

Mevlana kuyumcu Selahaddin’in çekiç darbelerini işitip de içindeki akışla dışında dönen akışın aynı olduğu zamanlar sema başladığında,

Mecnun Leyla’nın gözüne bakıp da gördüğü her ne ise, bir ceylan kılavuzluğunda kendisini çöle attığında,

İbrahim Edhem, avlamayı niyet ettiği ceylana avlandığında ne duyduysa,
Ferhad son külünk darbesini vurup da dağa, suyu bulduğunda, ne ise hissettikleri.

O’nu hissetti Yakup Yusuf’un kokusu ruhuna değdiğinde. Züleyha’nın gözleri O’nu hissetti. Böyle yazıyor yazıcı eşsiz kitap ta eşsiz kitabı eşsiz kitap yapan eşsiz aşk ta eşikteki sonsuz acıların bağrında bulunan aşkta…

Dönüp ne yazdın deseniz tek cevabım var ben de bilmiyorum Düşe Yazdım Düş yazdım. Eteklerimden dökülüyor düşler. Ha Düştüm ha Düşecem. Henüz düşmeden ve en azından henüz düşmemek için Yaradan’dan O’nun sonsuz fersahtaki sabır kesesinden dilenmeye koyulmuşken. Eğilip toplaması bana kalsın siz bu düş kırıntılarıyla önümüzdeki haftaya kadar idare edin…

Biterken çalıyor - kulaklıklarımdan son ses süzülüyor yüreğimi ezerek - Saçlarından bir tel aldım Haberin var mı Yar Yar. Ben gönlümü sana verdim Haberin var mı Yar Yar. Gözden uzak dilden ırak ben seni sevmişim eyvah haberin Var mı Yar Yar…


Haftaya İnşaAllah görüşmek üzere. Bir dua dilencisi olarak kapınızda beklemekte

Selametle….


Ali 2oo9

1 Comment

Dem Bu Dem...

23.10.2009 zaman: Cuma, Ekim 23, 2009 Gönderen illegalizma


Daha iyi anlıyorum ben bu hayata bunun için geldim. Bu kalp yangını bu bitmeyen özlem için atıyorum adımlarımı. Yaşadığım her şey anlamsızlık çadırında yanıp kül oluyor her şey tükeniyor. Sen dışındaki her şey EY Üstad’ım. Bilmem hangi ruh sancınızın hangi sırrın ayan beyan olma halinizdeki izdüşümünü bilmem kaç kez okuduğumda bilmem kaçıncı gözyaşının yanaklarımdan gayri ihtiyari döküldüğünü hiç bilemem. Dile beyan olmaz zaten ben söyleyemem.


Ağlamak kar etmez gönlümün içindeki fırtınaya ve onun çıkardığı yangına.


Hafız Ali geliyor aklıma. Beni de aynen siz gibi en çok o yaralıyor. Adı hayat ise zorlu yolculuğunuzda aynen siz gibi. Canına tak etmişler o gün alacaklar budur niyetleri onların. Sen gibi yıllardır hep o parça parça olmuş şalvarı giyen garibi. Ne yaptın ki sen onlara. Elinde zehirli iğne ile gelip vazifesini yapıyor hasta bakıcı ama sen zaten biliyorsun ecel gelmezse kul elinden ne gelir. Haber salınıyor talebelerine Hafız Ali dayanıyor duvara ve Yaradan’a haykırıyor Ya Hak benim canımı al Üstadınkini bağışla ve Hafız Ali rahatsızlanıyor önce revire ardından Morga kaldırılıyor Hafız canını bağışlıyor. Ve sen hala yaşıyorsun Üstad’ım. Her dem bu dem. Elimde okuyorum uzun süredir erteleyerek sabrederek zamanını bekledim Dem’in ve tam vaktinde geldi elime. Kaderimiz bazen bizi garip şekilde bir kitaba bir insana bir hayata taşıyabiliyor daha iyi gözlemleyebiliyorum. Kalbimin çakraları daha bir açık daha ötelerde.


Sadık Yalsızuçanlar’ın Dem kitabıdır sözünü ettiğim. Üstad Bediüzzaman Said Nursi ile tanışma hallerini kendi dilinde anlatmış söyleyivermiş. Vallahi içim hala titriyor. Elhamdülillah…

3 Comments



Hayal işte

Başlamaz ve bitmez bir alarm çalıyor durmadan. Bu vakte kadar hayatıma kurduğum bütün saatlerimi bozdum. Uzak diyarlardan çalıyorlar artık, ben onları bozma enstitüsünde çürümeye salıyorum. Yeni bir saatim var artık. Yıllar önce unutulmuş ama oldukça yeni bir saat. Bugün tam hatırlamıyorum belki de bugünlerden çok önce bir gün. Artık standart olmayan şeyler oluyor standart olmayan standartlardaki hayatımda. Biyolojik saatlerimi sonumuzun olduğunu kanıksadığım dönemlerde hayale kurdum. Bozuyorum işe kalkmayı okula kalkmayı çalışmaya paraya kalkmaları kaldırıyorum raflara.

Başarabildim nihayet. Hayallerime çalmaya başladı bu garip saat. Bana dair pek az şeyden biri bu saat eşsiz bir antika en büyük savaşları en derin yıkımları acıları görmüş korkmuş tırsmış bilmem kaç kez diz üstü çökmüşte asla kapaklanmamış. Unutulmuş harabeler altında kalmış ama eskimemiş. Mutlu olmuş yer yer içi içine sığmamış sık sık gökyüzündeki kaçıncı yıldızla dertleşmiş gecelerce yatağının üzerinde yürümüş bu saat kendi kendine kendince.

Kim demiş ki yüzde yüz bir gerçeklikten ibaretiz diye zaten nihayetiyle asla durduramayacağımız zamanın peşinde kalmaktan, takılmaktansa onunla yürümek daha makul geldi çok önceki dünlerden. Hayal etmeyi hayal ettim en başta yeniden oyuncaklar oluşturmalıydım kendime kimsenin dokunamadığı kimsenin kuramadığı en aptal en mantıklı en hayaller işte.

Cebimde öksüz kalmış umutlara karıştırılması lazım hayallerin, hatta sevişmelerini izlemeli hayallerin umutlarla. Zaten biri bir diğerini çoğaltmaya gebe cebimdekilerin. Hayal etmenin umudundan sa. Artık hayallerimi umut ediyorum. Umutla bakıyorum geleceğe, dev acımasız bir savaştan bir ötekine atılmak neymiş çok iyi anlıyorum. Etimde tırnağımda hissediyorum nicedir sonsuz mücadelenin nasırlarını. Korkutuyor bazen bu kadar katı halleriyle hayatımın hayta keskin uçları, ama Şükür ki hala içimde cebimde yeşeren kelimelerim var. İçimi hafifletme mücadelesi devam ediyor her şeyden önce. Biyolojik saatimi artık hayallere kuruyorum zaten hayalden ibaret silüetimle daha iyi anlaşıyorum bu aralar. Er geç nihayetinde hayalden ibaret olacağımın düşüncesi de destek veriyor bu garip hissiyat haline.

Doğum Günü(n)(m)

Bilmez misin sana gelmeyi ben ancak senden giderek başarabilmişim. Bu aşkın alnına ayrılık yazılmıştır.
Ben aslında tam bugün dünyaya geldim tam 19 Ekim’di bütün takvimler tam bu saatler, bu zamanlar işte. Her şey uzak her şey yakın her şey olabildiğince acı ve ağza damağa değmeyecek kadar tatlı. Ulaşabilecek kadar yakın sonsuzluktaki kadar uzak. Aşkın o bitmez hasreti kadar rahatsızlık verici. Sabrın aşkı, Aşkın sabrı. Ama elbet bir gün çarpacaktır gözleri gözlerime ümidi kadar huzur dolu sakin bir kıyı bugün. Bugün doğdu o yüzyıldır kemikleşmiş kozasını kırmayı bekleyen kelebek. Renkleri vardı kanatlarında Mor kadar Nazif, İstanbul kadar sakin. Gözleri yeşil bir kelebek. Üzerindeki eşsiz renklerine inat gözleri hala yeşil bir kelebek. Lokman hekim bugün buldu ölümsüzlük ilacını ve bugün buldu diye bugün öldü Lokman Hekim ilacın etkisiyle öldüren ölümsüzlükle. Ölmemeliydi neden öldü neden oldu. Olmayacak oldu gayri Leyla asırlardır kavuşamadığı Mecnun’u buldu sardı sarmaladı da aşka boğdu öldürdü bugün. İlk kez Leyla Fetheden oldu da Mecnun şaşırarak öldü. Doğuda Tarık Batıda Zöhre yıldızı bu gece kavuştu gezegenin üzerinde. Bir patlama oldu bütün dünya yıkıldı yeniden kuruldu bugün. Aşktan oldum aşktan öldüm ben. Bugün doğdun. Ben seninle doğdum ikinci uyanışıma ben olarak yaşamışlıklara bugün açtım gözlerimi.

Gökyüzünün bütün yıldızlarını sermek isterdim ayaklarının dibine yol eyleyip ez geç diye. Gökkuşaklarını hem de yaşanılmış veya yaşanıldığı zannedilmiş bütün çağlardaki bütün gökkuşaklarını örmek, biçmek, dikmek ve onlarla sana ipekten yumuşak bir yorgan yapmak isterdim. Seni sarıp sarmalasınlar ve sen artık üşüme diye. Hazin Güz’ün bütün alacalarını çalmalıyım moruyla, alıyla, sararmış baharıyla senin için doğadan. Ve Pür-i Neş’e Baharında sunmalıyım bunları sana.

Güneşli bir nisan yağmuru olmalı hediye kutumun içinde. Sabah meltemlerini doldurmalıyım kucağıma, Rüzgar Deviyle kıyasıya savaştıktan sonra. Sana huzur sunsunlar diye. Ya da bilmem o kaçıncı sabah namazlarındaki dualarım, ağıtlarım dokunmalı yanaklarına. Veyahut O tepede sen aklımı kemiriyorken, Ruhumdaki mabedinde zülfünü arkaya atıp depreşiyorken yani kalbimin sen ile dolu tarafları kanıyor, genişliyor iken gözlerimden dökülenler olmalı kesemde.

Sana verilecekse bir hediye.

Uzanıp alnına bir öpücük konduramıyorum gecenin derinliklerinde ilaç olsun boğulduğun acı denizinden nefes salsın bağrına diye.

Yok yok layık değil hiçbiri sana.

Olsa Olsa bir ayna gösterebilir dünyanın en güzelini yine sadece sana.

Bağışla beni ey yar. Varsam yoksam bu kelimelerden ve senden ibaretim ben.

Hayal de sen gerçekte sen.

Sen ki! Sen bir bilsen!...

Sen doğdun. Ben de sana doğmuşum demek isterdim İyi ki doğdun demek.

Bu arada iki haftadır durup durup telefonumdan dinlediğim bir şarkı var dogaicincal.com adresinden indirebilirsiniz.


Haftaya İnşa Allah görüşmek temennisiyle

Selametle…

Ali 2oo9

2 Comments

NEDEN...

9.10.2009 zaman: Cuma, Ekim 09, 2009 Gönderen illegalizma


Hayat akıyor kendi yolunda bir bedenin damarlarının içinde akan şey mahiyetinde sürükleniyor her olay. Ne akacak kan damarda duruyor ne de zaman. Durdurmaya gücümde yetmiyor zaten. Ne kan durmalı ne de zaman. Ben bu hasretin içinde iken zaten ne kanın önemi var ne de zamanın. Bir tepeye tırmanıyorum. Oradan tepeden yükseklerden izlemeliyim. Kendimi dinlemeliyim. Susmalıyım kesin suskunluğa boğulmalıyım. Ruhuma dokunmalıyım biraz demlenmeliyim.

Özlüyorum hasret çekiyorum bu kadar içten bu kadar derinden hissediyorum. Ellerim ayaklarım ruhum hepsi eşlik ediyor bu özleme her taraftan ağıtlar yağdırıyorlar. Kalbimin hasrete salınmış yüzüne. Bakıp bakıp acıyorlar çok garip kendi parçalarım yine kendi parçalarıma üzülüyor ağıt yakıyor. Artık kalmayan o kalbime. Yanan küllenen biten yıkılan o kalp dediğim organa ruhumu fani bedenimde saklayan kalbime. Yetmiyor içimdekiler durdurmaya bu hasreti. Ne ben varım şimdi ne de sen aşk var ortada adı sadece hasret olan. Her defasında en olmayacak taşa ayağı takılıyor tam bitecek sonsuz özlem yeniden başlıyor şafaklar belki görme ihtimalleri sürüklüyor gecelerce ardında beni, hastalıklı gözlerimi, yangın yeri ruhumu. Kenetleniyor bakışlar o kapılardan kapı açan tavana. Karanlık her şey her zaman şimdiki gibi. Bitmez bir karanlık var. O kadar çok ki var olmayacak mutluluk hayalleri ve o kadar çok ki o kenarları kesik rüyalar. Hep te en önemli o kesilen parçacıklar tam ulaşıp elini işte benimsin artık diyerek tutacakken aslında ben bile yokmuşum bunu anlatıyor. O kesikler o parçalar. Bir enteresan bu alem tam çözecekken düğümleniyor ve en önemli yerleri kesik o rüyaların. Aslında olması gereken yok hep. Aslolan değil artık yaşadığım aslın kopyasını bile yaşayamıyorum. Elimden alınmış birçocuğun en değerli oyuncağı, bir babanın en sevdiği evladı, elimden alınmış bir Leyla. Ne bir şair ne bir müzik kesiyor, ne de dillendiriyor içimdeki derin özlemi. O sonsuz ve sonu olmayacak yangını. Hayal işte benimki oturup dinlenmeliyim.

Hafta boyunca ne olduğunu kestiremediğim olaylar örgüsündeyim. Evet evet çok özlüyorum burnumun direği titriyor her aklıma geldiğinde sırtımdan ateş desen değil buz desen değil bir geçit töreni alayı süzülüyor. Her zerrem eşlik ediyor ardından. Bu aşka hayal halime, bu sevdaya makus talihin bulaşmış denklemine. Çözemiyorum. Çözmeye kalktığımda her defasında elime yüzüme bulaştırıyorum. Artık çözmeye korkuyorum. Kalbim tersinden çalışıyor nicedir. Ben neden buradayım, neden bu anları yaşıyorum ve nasıl taşıyorum yer yer hayret ediyorum. Nedenleri toparlayıp onca gece olduğu gibi bu gecede sırtıma alıyorum. Ne garip nedenleri yüklenebilmek için binlerce neden daha oluşturuyorum. Neden diyorum. NEDEN.

Haftanın Enleri yaşam şartlarına takılmış durumda aslında en nihayetinde hayatın kendiside uzun uzadıya bir en... Ama uzun süredir izlemek istediğim Hancook adlı filmi nihayet izleyebildim. Serseri olmanın aslında kişiye özel yalnızlık getirdiğini. Trajikomik anlatım tarzı ve Filmin o çok derinlerinde kavuşunca yok olan aşktan bahsetmesi eşsizdi. Hem zaten Charlize Theron'un Gözyaşları görmeye değer...

Şimdilik bu kadar Haftada bir - bir şekilde Yaradan'ın izniyle sizlere ulaşabiliyor.

Ali 2oo9

1 Comment

Kadim bir acının oluşturduğuyum aslında ben
Sen var iken ses var imiş yol var imiş ben var imişim de ne olmuş. Nedir niyedir bunca güzellik bu koskoca alem nedendir. Sen güzel iken yani kısacası sen var iken.
Bütün var olmuşlara inat sende yok olmuş bir acı deniziyim. Fırtına sonrası acılara inat daha sert acıya atılmaya muktedir. Bütünüyle acıyım ben.

Yok aslında hiçbir şey ne içimin acı yangını ne buram buram hüsran ne de tüten efkar…
Senim ben sadece senden ziyade o uzaktaki tepeye bakarken. Ağlarken gülerken. Sen işte ne kadar olunabilirse ve kim sen olabilirse.

Aslında haddim değil sen olmak yok yok olacak kadar yok layıkıyla sevilememiş
Hep havada kalmış hayat senin kelimelerin benim kelimelerim gibi aynı sen aynı ben gibi.
Gök yüzünde bir yerlerde takılı kalmış hikayemiz.

Hep geriye saran asla ilerleyemeyen bir video içinde kaseti olmayan aslında herhangi bir elektriğe de ihtiyaç duymayan bir video. Sırf geriye saran hep en başta başlayıp sonsuza uzanmaya meyilli. Sonsuza doğru başa alma tahakkümü.

Mahkumiyet bu zincirlerle prangalarla her türlü işkence aletiyle bir esaret altında kalbim dediğim ülkem. Artık sadece söylenebiliyor o bana haiz olmayan onca ben parçasından herhangi biri kalbim. Zaten sen adlı kanser ilk oraya bulaştı söküp atmak istemedim ne garip onca yaksa kavursa da tedavi olmak istemiyor ne kalbim ne de ben. Acıyı taşımalı sırtında ancak bu sevdanın acısıdır bana yaşadığımı hissettiren kurak topraklarıma baktıran yer vahaya dönen güzel bir seraba inat. Ağlanacak o omuza inat. Bu aşkın hakkıdır acı. Asla ulaşılamayacak sonsuzluğa ulaştıracağını varsayarak susmaktır.

Ağlamaktır en erkek cesur delikanlı halinle dünyanın orta yerinde. Bu aşkın hakkı hep özlemdir, hiçbir kavuşma ihtimali olmasa bile bütün yollar kapalı hatta anahtarı yıllar öncesinde kaybolmuş kilitlere vurulduğunu bile bile hep beklemektedir bu sevdanın adı. Asla birleşmeyecek iki eldir hep korkak hep korkacak iki el. Titrek kabuğuna çekilmiş iki hasretli el. Biri dünyanın en yarım adamı diğeri ise fazlasıyla fazla bir kadın bu aşkın iki garip tezat karakteri.

Olmayacak bir şey olur iki farklı dildir konuşulan asla aynı sözcüğü söyleyemeyen iki uzak dil iki uzak kelimedir. Ne seni seviyorumdur ne seviyorumdur seni. Yoktur sözü dili kulağı. Delikanlı yıllardır dünyayı yüklenmiştir. Garip ki kız yüklenmeden yaşamayı çoktan keşfetmiştir dünyayı. Ve ayrılık çalar kapıyı. Yusuf’u önce zındana attırıp ardırdan Züleyha’yı bulduracak kader adı örümcek ise örmüştür ağlarını. Kays Kayslıktan olmuştur zaten Leyla’nın gözlerinde Mecnunlaşmıştır kader sayesinde. Hem Tahir ne kaybederdi sevdiğinin adı Zöhre olmasaydı fakat Zöhre bağrında gerçek sevdanın çocuğunu yani ayrılığı taşıyarak gelmiştir Tahir’e. Yani hayata tecelli, tecelli eden hayatlarda hep ayrılıklar kesindir. Hani aşktır adı bir yerde. Ne yüzyıllık Maşuk doyar Aşıkına ne aşık kana kana yanaşır kıyılarına Maşukunun. Aşktır adı sevgidir hastalıktır ruha işlemiş. Lokman Hekime ölümsüzlük ilacını buldurandır. Ama yine de hayatta ölmektir yaşadığını varsayarak.

Sel’in çoktandır heba ettiği ardından kuraklığı saldığı bir çift herhangi gözdür şu an ekranda gezinen çarpan çırpınan ölümsüz hasretini besleyen bir kalptir bu kelimeleri yazan. Aslında yazan değildir aşka dair öz yazdırandır. Zöhre’dir Ayşe’dir Leyla’dır. Tahir’i de Ali’yi de Mecnun’u da kendisi yapabilen. Aslen aşk ALLAH’tır ancak Allah’adır sevgi cismani Batıni aşklar yoldur İlahi sevdaya adımlardır. Yaradan’a dualarımla sana nice geceler sabahı getirmeye çalışan bir kalptir Sevgili…

Hayatımı değiştiriyorum demiştim en sonunda adımlarımı attım ilk adım korkulduğundan da daha az rahatsızlık verici. Aslen sorular var aklımda beni uçan halıya oturta bilecek mi o ören durmadan çalışan sürprizlere gebe garip kader bilinmez. Fakat sorgularımdır bana yarenlik eden nice geceyi sabaha taşıyan gözlerime uykuyu haram kılmaya yeminli hesaplaşmalardır. Kendisi, dünyası var olan her ne ise işte onunla savaşan zırhlanan sorulardır içimdekiler.
Haftada bir bu hafta yine burada. Kendime yazdığımı zannettiğim kağıtlar nasip denilen girdabın garip esintilerine kapılıp kopup şans eseri dünya ile bağını kurabilecek bir yol bulup gelmiştir işte buralara. Eylülden midir bilinmez ama hazan esiyor kulaklarımda korkuyorum ama çekinmeden ilerliyorum en korkulana doğru.

Özümüzdü konumuz Aşk okuduk yazdık karanlık mum altında oturup dertleştiğimizdi. Aşk işte adı sanı olmayan belirsizlik boşluk belki beşinci elementtir şu an haykırdıklarım.
Haftaya görüşmeyi umarak

Güneşe Ve Ay’a boyun eğdirene emanet ederek

Delikanlının dilinde Kendi deyimimle Selametle…

Ali 2oo9

2 Comments


Word belgesini açtım nerede olduğumu ve ne yazacağımı kestiremeden tuşlara dokunuyorum. Henüz az önce baktığım mail adresine onlarca spamdan ve diabetik hastalara yönelik bir reklam mailinden başka hiçbir şeyler gelmemiş. Meğer kişinin dünyası ile irtibatını koparmasını istemesi yetiyormuş zaten kendi derdine düşmüş sizin zannettiğiniz dünya.

Uzaktan yakından bütün alemle ilişkilerimi yol ayrımında bırakıyorum üstüme yıkılan geçmişin altından kurtarabildiklerimle hep yarım hep eksik ama şükür ve tefekkürle mücadele ediyorum…

Bu dakikalar bana bahşedilmiş eşsiz şans zümrütleri daha gözlerimi yarım ölüme, uykuya yummadım. Yummakta istemiyorum zati bu gece. Fakat çok iyi biliyorum birazdan gözlerimi uykuya kurban vereceğim. Yenilecek gafil bedenim . Bu dünyada sadece toprağa karışacak. Kim bilir belki de bir daha o şansı hayatı başlatma hayata karıştırma anını asla yaşayamayacağım. Bana bir daha bahşedilmeyecek. Bazen düşüyorum bir çıkrıkçı aslında geceyi ören gündüzü söken. Hayatımın etrafına belki bir ara görebileceğim renkler yayan, ya da bir askerdir. Tam ömrümce ve ömür defterimde şafağı karalayan artık sabırsızlanan bir asker. Benim deyimimle ömür onun için sadece askerlik süresince kullanacağı şafak defterine her gün bir çentik atıyor. Ya bir gün biterse bu sefer artık çentik yerine karalarsa sabırla attığı çentikli defteri. Bu aralar böyleyim ölümün katı sonsuz sessizliğini düşünüyorum. Bazen yanlışlıkla o caddenin ortasında ayağım kayıyor kafam bir aracın altında eziliyor. Ya da kör bir kurşun şakağıma isabet ediyor. Hep ani aceleci belki de acı süresi biraz daha kısa bir ölüm. Ölüm hallerinin olasılık sınırlarının var olmadığını bilerek ama hep olası içi ani ruh kaybı hayalidir gezinen beynimin bir ucundan öte tarafına. Pek zannetmiyorum acıdan korktuğumu aslında ardından ne olacağı merakıdır beni bitiren. Gerçek iken hayal. Yada katıksız hayal rüya iken gerçeğe koşuşturma hayali. Böyle yarım yamalak tek ayaküstünde yazılabilecek bir konu değil bu aslında sadece bir demleneyim dedim.

Haftada Bir de benim kaderimi paylaşmakta akıbeti belli olmayan uzak ir diyarda dünya ile bütün ilişkilerin dışında aksayabilir gecikebilir. Ama kendisi bir ütopyadır ben varlığımla bu dünyada bir yerlerde nefes almaya devam ediyor isem o da devam edecektir. Geç eksik yarım ben ne kadar isem işte o kadar. Sadece şu sıralar görünen o ki yer yer aksayabilir. Şimdiden affoluna.

Kadim bir acının oluşturduğuyum ben aslında. Sonsuz ayrılıkların mahkumu içinde ruhumu saklamaya and içmiş kalbim. Bedeni prangalarla ruhuna tutuşturulmuş bir muhacir. Ne yağ alırım ne de bal satarım. Ben daha ben olmayı bile başaramamışım. Yok yok aslında sevgili en sevgili bu dünyada ancak bu kadar sevilebilecek biri, sen dokunduğundan renklerini üzerime sıçrattığından beridir saçmalamam aşktandır. Bir sarılıp ağlasaydım. Suskunluğum aşktan. Adamlığım, yalnızlığım, vazgeçilmez vazgeçilmişliğim ve vazgeçmişliğim Aşk’tan…

Haftaya Görüşmek üzere


Selametle…

Ali 2oo9

1 Comment


Sergei Rachmaninov’un 3. senfonisini çalabilmek için bir kişinin 2 beyninin ve 10 parmağından daha fazlasının olması gerekmektedir. İşte böyle yorumlara kabil bir senfonidir 3. senfoni. Ve bu senfoniyi dünya üzerinde eksiksiz kusursuz çalabilen bir piyanist ama normalin çok ötesinde bir piyanist Türkiye’deydi henüz geçtiğimiz hafta. David Helfgott tan bahsediyorum. Kişi Helfgott olunca olay sadece çalmak ve dinlemek olmuyor çok başka hatta bambaşka diyarlarda bulunmak gibi eşdeğeri var olmayan bir şey. Tanımayanlar için ufak bir tabirle dünya üzerinde yaşayan pek az deli dahiden biri dersek yerli yerinde olur herhalde. 62 yaşındaki Polonyalı piyanist bir şizofren bulunduğu ortamda herhangi bir şeyin kalabalığında ya duramıyor ya da piyano çalmaya başlıyor. Her gece aynı saatte sabahı karşılamak için çalan bir sanatçı. Sarılma fetişi olan 62lik bir çocuk. Zaten gazetelerden takip ettiğim konser izlenimlerinde de Türkiye de garip bir enstantene yaşatmış dünyayı bitirmiş ardından ikinci çocuklukla nail olmuş adam. Konser esnasında yaklaşık 40 dakikalık bir eser çaldığı sırada küçük bir kız ona gülümseyip gayri ihtiyari el sallamış ve o çalmayı bırakıp küçük kıza teşekkür edip el sallamış, aynı zamanda ara bildirimlerini yapan sunucuya da birkaç kez coşku ile sarılmış. Babasının yoğun baskılarının, eşinin yanındaki her şeye rağmen sağlam duruşunun yani kısacası eşsiz hayat hikayesini anlatan Shine filmi de Geoffrey Rush’a Oscar kazandırmıştı edinip izleyin derim. Dünya üzerinde yapmak istediğim pek az şeyden biridir David Helfgott’un konserine katılmak orda katıksız müzik dinlemek, bakalım nasip olacak mı?

Bu hafta aynı zamanda garip bir değere sahip olduğumu anladım, sahip olmamakla. Sahip olmanın verdiği esaretten mahrum olmaktan memnun ve bahtiyarım.

Haftada Bir birkaç hafta aksayabilir. Bilmediğim bir yolculuğa tanımadığım bir düşmana karşı zırhsız savaşa başlıyorum. Yıllardır o tozlu rafta unutulması istenen deli cesaretim ve katıksız yalnızlığım yol arkadaşım.

Kadir gecesi yaşandı aynı zamanda şehrin en büyük camisinde yer bulma sıkıntısı yaşanırken üzerimdeki poları çıkarıp onun üzerinde Caminin balkonunda namaz kılmak, Yeni bir Sahf oluşturmak çok başka bir tat Ve Yaradan’ın nasip eylediği hayır vesilesini görmek farkında olmak eşsiz bir mutluluktu.

Üzerime yağanın kar mı yağmur mu olduğundan şüpheliyim saat sabahın 04:12 si üşümüyorum, cadde kaygan yapış yapış yağmur ve yalnızlık var bulutları algılayabileceğiniz kadar aydınlık hava ve bir müzik kanatlandırıyor aklımı ruhumu artık ben ne isem işte onu sabah ezanından önce Müezzin tarafından okunan Tekbirler. Bayram diyorum çok şükür Sabır, Sebat, Sonsuz tahammül, Tükenmez Umut, en umutsuz anda bile umut vari yolculuk, kapanan yollara inat Yaradan’ın açacağı gizli patika yolları beklemek. Bayram çok şükür.

Bu yazıya gözleri değen Bayramın Kutlu Olsun….

Müziğin sihirli halısının üzerinde seyredilen bir şehir enteresan bir yolculuk kalabalık ani ama sonlanabilen bir haftadan bir de önerim olsun Taksim Trio çalıyor Güle Yel değdi…

Sözsüz müzikler vardı geçtiğimiz hafta. Tekrar görüşmek üzere Selametle

Ali 2oo9

2 Comments

Belki de?

13.09.2009 zaman: Pazar, Eylül 13, 2009 Gönderen illegalizma


Belki de hiçbir şey yazmayacağım ya da her şey yazacağım ve sadece senin anlayabildiğin kadar ve sadece seni kendinden büyük eylemiş benim yazabildiğim kadar.

Belki de her şey kocaman bir rüya alemi ellerim ayaklarım kayıtsızlık boş vermişlik ağırlık ve hafiflik arasındaki ince temassızlık, uykusuz sancılı nice gece. Aşk’a dair eşsiz iz düşümler, senin yüzünü beni en severken suskunluğunda görme hali, kar altında sarılma ütopyası, temaşa kargaşaları, varlık ve yokluk her şey işte olduğu kadar. Eksiklik veya gayri ihtiyari tokluk. Sonsuz bir açlık yıllar yıllar bile yamacımda olsa bile doyulmayacak bir acının tatlı seğirtmeleri, işte rüya alemi. Masalcının yazdığı heybemize doldurduğu kadar hayat belki çok yürünecek ama yıllar sonra hep aynı yerde hep aynı adımla…

Belki de böyle olmayacaktı ya da böyle olması gerektiği için her defasında böyle olacaktı sonsuza kadar kaçsak ta hep yakalanacaktık ben sen sen ben tarafından. Belki de hep aynı çemberin içinde sadece dönecek ve olduğumuz yerde sadece ve yıllar sonra oluverecektik. Oluşumsuzluğa mahkum bu ne akıla ne de mantığa sahip aşkın sadece çeperlerinde, hani tam içinde yada tam dışında. Ve Belki de senin için sonsuz vazgeçilmişlikte, kaç gece dökülen gözyaşlarında, akla inat saçma sapan çarpan kimsesiz kalp halinde, sana oluşturulmuş mabeddeki gölgeden hiç çıkmamasına. Birimiz başından sonuna giderken birimiz sonundan başına adımlayacak ve asla ortada bir yerlerde buluşamayacaktık küçük bir an ufak teğet olacaktık kim bilir belki de.

Belki de O tek yanlış bütün doğruları doğuracaktır. Belki de öyle küçük değildir aşk o zamansız tek yanlışa çakılacak kadar. Belki de Doğrunun gerçeğin aslın yanında olacaktır.

Belki de ya da belki de her gidiş gibi sonsuza ayrılış asla sonu olmayan sonsuzlukta…

Belki de hayal…

Belki de Rüya…

Belki de bu kadar Gerçek

Belki de en gerçek, bir baba tahayyülü, bir evlat, bir anne belki de ?

Belki de NEYSE…

İçime biriktiriyorum…

Benim benimle ilgili bütün hallere en yakın mevsimi müjdeliyor Eylül, deli zamanlar yanaşıyor. Seni bekliyorum hazin hüzünlü bir sonbahar tablosunun içinde beni bende unutmuş sen olmuş halimle. Gerekirse bütün bir ömür boyunca ve hiç kavuşamayacağımı bile bile. En ikircikli en rahatsız ay bu Eylül aniden gelen soğuklar var belli bir saatten sonra hayatınız gibi, her şey onca zamandan sonra yeniden aleme inat var olmaya meyilli iken her şey kökten yok olmuştur birdenbire. Gerçektir Eylül Ekimi ve Kasımı doğurmaya Nazır…

Vazgeçmişim bütün vazgeçilmeyeceklerden. Vazgeçeceğim bütün vazgeçilmezlerden ve anlıyorum tek bir vazgeçilmez benden bir ömür vazgeçmiş olsa bile uzakta tek başına, cinnet arifesi yalnızlıkta dahi asla vazgeçilmeyecek…

Kim görmüş ki Leyla’nın Mecnun’u bıraktığı…
Kim demiş ki Leyla kendi için Yarinden geçmiş diye…

Ve ancak senin için senden geçilir. Zamanlı Zamansız Bilmem anlayabilir misin, gün gelir senden nasıl da vazgeçmek zorunda olduğumu görebilir misin? Böyle bir ayrılığı hiç mi hiç istememişken ölümüne diyetini çekmeyi, Ve ancak bu derece sevilebilmeyi.


Lara Fabian Söylüyor hemen yan tarafta Je T'aime gün gecenin dibine dayanmış ufak ufak adım adım geldiğini haberdar ediyor içimi saran ise sonsuz bulutlu bir gece. gözyaşlarım gözlerimde donuyor bir çiğ damlası olduk olmadık...


Ali 2oo9

1 Comment




“Rüzgar hediye edilebilseydi eğer
Sana rüzgarı hediye etmek isterdim”(Lale Müldür)

Evet, evet aşk böyle başlıyor.
Yanmış bir ormanın üzerindeki dumanı dağıtma arzusuyla.
Rüzgar olup onu nefeslendirme heyecanıyla.
Acılara dokunma ve onları iyileştirme duygusuyla.

“Bazen ama bir insanla bir şey olur
Kısa süren bir şey
İki geyiğin sıçrayıp havada öpüşmesi gibi
Bazı insanlarla
Yıllarca görüşsen de bir şey olmaz” diyor ya şair (Lale Müldür,Saatler ve Geyikler) bazen bir insanla karşılaşıyor, ne olduğunu anlamadan kalbinin labirentlerinde dolaşmaya başlıyorsunuz.
Gördüğünüz her acıda ona daha çok yaklaşıyor, kendi rüzgarınızla kalbinize düşen alevi büyütüyorsunuz.

Zamanla öyle bir sevgiyle doluyorsunuz ki, onu “bir menekşe gibi göğsünüzde yatırmak”, orada unutuşun bahçesine gireceği bir uykuya dalışını izlemek istiyorsunuz.
Üşüyen yüreğini sevginizle örtmek, yaşlı gözlerinden öpmek, üzülme demek istiyorsunuz.

Sancıdan kıvranan midesi için naneli bir yoğurt çorbası yapmak, zonklayan başındaki ağrıları ritmik bir şekilde dolaştırdığınız parmaklarınızla yapacağınız masajla bir nebze olsun rahatlatmak istiyorsunuz.
Güzel ninnilerle kucağınızda uyutmak, tazelenerek gözünü açana kadar kıpırdamadan öylece onu seyre dalmak istiyorsunuz.
Yüklerini kabuslarında bırakmasını diliyorsunuz.
Boncuk boncuk terini her sildiğinizde bir acısından kurtulmuş olduğunu düşünüyorsunuz.

Acılarına dokunduğunuzu, birer birer iyileştirdiğinizi sanıyorsunuz.
Uykuya yenilmiyor, sabaha kadar onu izliyorsunuz.
Yüzünün her halini ezberliyorsunuz.
Değiştiğini, yenilendiğini ve bunun sizin kucağınızda olduğunu görüyorsunuz.
Sonra o yeni yüze bir buse konduruyorsunuz.
Nefesinizle uyanıyor ve ilk sizi görüyor gülümseyen gözleri.
O tebessümü bir plaket edasıyla alıp havaya kaldırıyor, büyüterek canlı bir günaydının içine koyuyorsunuz.
Tazelenmiş bir ruhun öpücüğüyle sabahın serin rüzgarının içinizin yaralarının üzerinde tatlı gezinişiyle sarhoş oluyorsunuz.
Güneşi seyrediyorsunuz sonra.Her sabah ışıltıyla doğuşunu seyretmediğinize hayıflanıyorsunuz dakikalarca.

Bin yıl sürecek bir masalın başladığını, aşkın ışığının acılarınızı yıkadığını düşünüyorsunuz.
Sevginin en iyi çözüm, aşkın en kolay iyileşme metodu olduğunu bir kez daha kabul ediyorsunuz.
“Unutma bahçesi”nde iyileştirdiğiniz adamın iyiliğini gördükçe siz de iyileşiyorsunuz.
“Konuşulan aşkın boş, gösterilen aşkın karşı konulmaz olduğunu” fark ediyorsunuz.
Zamanla “bir başkasının ruhunun derinliklerine daldığınızda” su yüzüne çıkardığınız acıların kendinizin olduğunu görüyorsunuz.
Aynadan bir köprü kuruyorsunuz, aşkın matematiğiyle.Kalplerinizin etrafındaki surları, surlar ardındaki yanmış ormanları, ölmüş kuşları görüyorsunuz.Kayıplarınıza beraber ağlıyor, gözyaşının ipiyle daha da bağlanıyorsunuz.
Her bağla, acılara dokunduğunuzu, onları kazıdığınızı, iyileştirdiğinizi, iyileştiğinizi sanıyorsunuz.

“Aşkın erkeği erittiği, kadını dirilttiği “söylenir ya, onun eriyip kaybolan acılarından yaptığınız zafer tacını gururla takıyor, kutlamalar yapıyorsunuz.
Her kutlama coşkunuzu arttırıyor, dolu dizgin koşmaya başlıyorsunuz.Onu daha da iyi etmeliyim, daha fazla vermeliyim, daha fazla sevmeliyim diyorsunuz.
Birdenbire bütün hayatınız oluyor, sizse onun unutma bahçesinde güzel kokular saçan bir gül.

Zamanla bunu fark edince, üzülüyor, yetinmiyor, yediremiyorsunuz.
Bütün bahçeyi istiyorsunuz.
Hayatınızı teslim ettiğiniz gibi, hayatını teslim almak arzusuyla doluyorsunuz.
Vermek istemiyor tabi.
Gülümsün, diyor.
Hayır diyorsunuz, ben senin her şeyinim, unutma bahçenden acı ayrık otlarını ellerimle temizleyenim, seni ferahlatanım.
Kokunda baharı yeniden duydum, diyor.Göğü yeniden gördüm, renkleri fark ettim sende, gülümsün.
Hayır, diyorsunuz yine.
Bahçenim, her şeyinim, sen benimsin, ben senin.
Susuyor sonra…Donuyor hareketleri, gözbebeklerindeki ışıkla beslemiyor gülüm dediğini adam.
Hemen pes etmiyorsunuz, bekliyorsunuz , bahçenin sahibi elinize teslim etsin diye istediğinizi.

Zaman biranda yaklaştırdığı kalbleri aynı hızla uzaklaştırma telaşına düşerken,
bahçe güzel kokulara, gül, suya hasret günlerde için için sırtını dönüyorlar birbirlerine.
Neden sonra peki diyorsunuz, gülünüm, elinizi uzatıyorsunuz, sıcacık bir kavuşma arzusuyla veriyor yüreğini adam da.
İşte o anda tek bir hareketle dikeninizi batırıyorsunuz kalbine.
Biranda her yer kırmızıya boyanıyor, bir diken bir kalbi nasıl bu kadar kanatıyor buna siz bile inanamıyorsunuz.
Yüreğinizden akanlara, onun kalbinden akıttıklarınıza şaşırıyorsunuz.
İyileştirdiğinizi sandığınız yaralarınızın hala orda olduğunu, acılara dokunulamadığını anlıyorsunuz.

Ebed memleketine gidilen yolda, dünya nasıl bir gölgelikse insanoğluna, aşkın da öylesi kısa bir gölgelik olduğunu görüyorsunuz.
Acılara dokunmanın imkansızlığını kavrarken surlarınızı tekrar örüyor, ölen kuşu gömüyorsunuz. Nietzsche’nin sözünü hatırlıyorsunuz: “İnsan arzularını sever, arzuladıklarını değil.”

Her bahçe ve her gülün hikayesinin aynı sonla sonlandığını görünce ya serpilip boy attığınız bahçede dikenli de olsa bir gül olarak durmayı seçiyor, bahçeye kokunuzu dağıtıyor, onun verdiği kadar suyla yetinmeyi öğreniyorsunuz bu masalın sonunda ya da toprağınızı terk edip başka bahçeler ararken zamanın solduruculuğuna mahkum oluyorsunuz, vatansız, topraksız orda, burda.

Bahçenin sahibi ise, unutma bahçesi diye bir yer olmadığını hatırlayarak, “yalnızlığın mutlu gerilimine” dönüyor usulca. Güllerin ne kadar güzel, cazibedar ve çeşitli olsa da dikenli olduğunun farkındalığıyla yaklaşıyor bundan sonra.Bahçesinde durmayı seçen güle vefasızlık yapmıyor, gül onu kanatsa da.Seviyor onu, kokluyor sonra, hem acı hem balsın diyerek yatırıyor bağrına, yatıştırıyor sabrıyla.
Ve kulağına fısıldıyor gülün, aşk kısa bir gölgeliktir, ebed yolculuğunda.


Bu Hafta iki ayrı yazı var blogta ikisi de alıntı biri 1981 tarihinde Ömer Lütfi Mete tarafından yazılmış Gülce Şiiri ki şiirin İbrahim Sadri tarafından yorumlanmış hali de yine blogta....

Diğer yazı ise - Aşk Kısa Bir Gölgeliktir Bu Dünyada - Canım ablama ait Bahar Gelsin Kaleminden dökülen kelimeler. Gel Gitler içinde -

1 Comment